24 Ekim 2012 Çarşamba

Türküm, doğruyum, biraz da sazanım...



-Sıtkı, oğlum kafayı mı yedin sen? Lan olum bu nasıl haber böyle. Hadi haberi verdin bundan başka fotoğraf bulamadın mı, gerizekalı. Ne diyecez patrona?
-Abi ne bileyim. Ben Türkçe yazıyı görünce heyecanlandım birden. İnsan gene de seviniyor.
-Sı....ma sevincine. Oğlum bak bu ilk değil, geçen ay da "Hollanda Kraliyet Ailesi'nin tuvalet kağıdı Türkiye'den gidiyor'' diye haber yaptın. Zor toparladık.
-Öyle deme abi, o haber var ya sitede en çok okunanlar listesinde iki gün boyunca en tepede kaldı. Seviyor millet böyle haberleri. Kıvanç duyuyor bir nevi.
-'Prensin poposuna Osmanlı şefkati' diye arabaşlık atmak neyin nesiydi peki?
-Abi, Osmanlı'yı bir şekilde bir yere sıkıştırmak lazımdı. Ne yapsaydım yani. Size de iyilik yaramıyor.
-Kaybol şimdi. Mailine bir basın bülteni attım. Onu haberleştir. Dünyada cep telefonuyla en çok Türkler konuşuyormuş. Akşama yetiştir onu.
-Tamam abi merak etme sen.
 İç ses: Ooo süper haber. Buna 'Soğuk Avrupalılara karşı en konuşkanı Türkler' diye başlık atarım ben. Girişe de 'Avrupa ülkeleri ekonomik krizle boğuşurken Türkler parayı nereye harcayacağını şaşırdı. Telefonda konuşuyor da konuşuyor. Avrupalılar ekonomik krizden başını kaldıramıyor. Battı Avrupa battı. Hele Yunanlılar var ya Yunanlılar, hep yattılar bu zamana kadar. Siesta bitti oğlum. Artık o devirler geride kaldı. Türkün gücünü herkes görecek"

15 Ekim 2012 Pazartesi

Mr. and Mrs. Brown, havanız kime?


Türkiye gibi, yabancı dil eğitiminin Mr. ve Mrs. Brown'ın paşa gönlüne bırakıldığı ülkelerde İngilizce ve bilimum dilleri öğrenmenin yolu, bir an önce ailenizin kabul etmeyeceği mühitten bir kıza aşık olmaktan geçer. Tabi istenmeyen kıza aşık olmak tek başına yeterli bir etken değildir. Bu kızcağızı unutturmak üzere sizi laaps diye yurtdışına gönderebilecek 'zengin ama zalim' bir babaya da sahip olmanız gerekmektedir ki bu da nüfusun yüzde 90'ının 'fakir ama gururlu' olduğu bir ülkede öyle herkese nasip olacak birşey değildir. İşte tam da bu sebeple Mr. ve Mr. Brown'ı en son tatile çıkarken bırakan gencolar afedersiniz bir tarafları sıkışınca, bulundukları şehirdeki irili ufaklı İngilizce kurslarından birinin yolunu tutar. Piyasada bol miktarda bulunan bu kursların her keseye uygun çeşitleri vardır neyse ki. Normal şartlarda ingilizceye bütçe ayıramayacak olanlar için halk eğitim merkezleri, ‘ehh bir miktar ayırabilirim’ diyenler için özaydın, tasarı, murat, okutan gibi isimlere sahip ve bilgisayar, muhasebe kursu olarak başlayan fakat işi biraz büyüttükten sonra yelpazeye yabancı dilleri de ekleyen orta ölçekli kurslar ve son olarak afedersin bok gibi parası olanlar içinse başında sonunda english, british filan yazması ile söylenişi epeyce karizmatik olan (english time, english spoken, british council) kurslar bulunmaktadır.


'Hay dilin kopsun bu kadar gereksiz bilgiyi ne halt yemeye verdin' diye sorarsanız ben de size şu soruyu iletmek isterim: Hangimiz büyüyünce hepsi birer ‘omuzlarına attıkları sivetşörtleri ile Amerika’dan henüz gelmiş Tolga Savacı’ya dönüşen’ kolej çocukları ile ‘televizyon izlemiyorum bir tek si-en-bi-si-e’deki dizileri izliyorum’ diye en havalısından cümleler kuran boğaziçi mezunlarının george ile olsun johnny ile olsun 'Amcaoğlu Dursun'la' konuşur gibi muhabbet ettiğine şahit olup yaşadığımız ezikliğin de etkisiyle soluğu az önce sıraladığım kurslardan birinde almadık?



Demem o ki, hemen hemen hepimizin, CV’lerimize ‘yabancı dil bilgisi ana başlığı altında 'İngilizce iki nokta üstüste orta’ şeklinde dünyanın en büyük yalanını yazmamızla neticelenen bir kurs maceramız var mıdır yok mudur? İşbu yazımızda niyetim bu kurslarda gözümüze çarpanları sizlerle paylaşmak. Bunu yaparken de kâh güldürmek kah hüzünlendirmek. Güldürürken düşündürmek, düşündürürken de sürüm sürüm süründürmek  istiyorum sizleri. Fitil fitil getirecem lan burnunuzdan hepinizin...

Düşündüm de Türk halkının yabancı dil konusundaki yetersizliğinin en büyük sebebi Mr. ve Mrs. Brown'ın devamlı surette, efendime söyleyim bir laylaylom bir hahahihi durumunda olmaları gibi geliyor bana. Hayat onlara güzel valla. Bir gün pikniğe giderlerse ertesi gün mutlaka sinemaya gittiler bunlar. Başka bir gün tiyatroya o da yetmedi deniz kenarına. Sürekli bir goygoy durumu var farkındaysınız. Her sene tatile gitmeler filan, hayır yani havaları kime? Özünde iyi bir insan olabilirler belki fakat olan var, olmayan var neticede. "Bizim zamanımızda yokluk vardı Johnny, tatil niyetine yazları köye gittik. Sinema tiyatro da hak getire" demek istedim kaç kere ecnebi arkadaşlarıma. Gerçekleri demek istedim ama yapamadım. Mecburen kendimi'beyaz türk bir ailenin üyesi gibi tanıttım "I play the piano in my spare time" (Boş zamanlarımda piyano çalarım) dedim.

Sonra büyüdük. Johnny'ler Christina'lar daha sık çıkar oldu karşımıza. Körolmayasıca Brownlar'ın hayali yine peşimi bırakmadı. Yaşım gereği daha sosyal meselelere değinmem gerekti. "Yes Christina you're right, the countries like Turkey cannot trust the other countries" diye evde kaç kez ayna karşısında prova yapsam da kendimi Christina'ya şunu derken buldum: "And Mr. and Mrs. Brown went to the seaside" (Bay ve Bayan Brown deniz kenarına gittiler)

Hele bir de yazının başında sözünü ettiğim kurslarda ya da okul hayatımız boyunca alıştırma niyetine öğretilen ve gerçek hayatta kesinlikle karşılığı olmayan lüzumsuz diyaloglara ne demeli. Bugün ülkede ikinci bir Fatih Terim (it's the fıtbıl that's the fıtbıl) yetişmiyorsa sebebi bu derslerde sık sık tekrarlanan saçma saçma diyaloglardan başkası değildir de nedir? Neymiş efendim 'What is your favorite animal?' (Senin en sevdiğin hayvan nedir) Bah hele soruya. Aramızda kalsın, geçende fuarda tanıştığım İngiliz işadamına muhabbet olsun diye soracak oldum. Amaan düşman başına, ne sapıklığımız kaldı ne psikopatlığımız. "I'am interested only in women" (Ben sadece kadınlarla ilgileniyorum) dedi de kaçacak delik aradım yemin ediyorum. Konuyu değiştirmek için  'Mr. and Mrs. Brown napıyor, tanıyoruz biz onları. Görürsen çok selam söyle, ellerinden öpüyorum' dedim, 'shut up your bloody f.... mouth" dedi, fazla üstelemedim.

Baktım kursla falan olacak iş değil. Zaten bizimkilerde de beni bırak yurtdışına, özaydın ingilizce kursuna gönderecek kadar bile para yok. Şimdilerde kızına duyduğum aşkımı parasıyla satın alacak zengin ve zalim bir baba arıyorum. İyi bir alıcı çıkarsa indirim de yapabilirim. 6 ay kalsam yeter. Temelim var benim zaten. Anlıyorum da konuşamıyorum!







1 Ekim 2012 Pazartesi

Hala benimle evlenmek istiyor musun?

Türk filmlerinin unutulmaz repliklerindendir. Esas kız, esas oğlandan beklediği karşılığı alamayınca ya da sevdiği adamın başka kadınlarla gönül eğlendirdiğini öğrenince ki bu adamlar genelde zampara olurlar, kendisini yıllarca sabırla bekleyen efendi Cemşit'lerden birinin karşısına çıkar ve karşı tarafı adeta azarlarcasına şu soruyu sorar.

-Hala benimle evlenmek istiyor musun?
Cemşit tabii ki kabul eder filan...

İşte ben de etrafımın zaman zaman sözlü zaman zaman da ima yoluyla şahsıma telkin ettiği 'ee artık zamanı geldi, hadi' baskısı üzerine hayatımdaki Cemşit'leri gözden geçirmeye karar verdim. En eskilerden başlayayım dedim ve ilkokulda peşimden az koşturmayan Sidikli Numan'ı aramakla işe başladım:

-Alo iyi günler sidikli .. ay pardon Numan beyle mi görüşüyorum?
-Buyurun benim.
-Numan hatırlamadın mı? Benim ben, ilkolkuldan Zarife.

-Evet buyrun.

'Evet buyrun' mu? Sidikli Numan'a bak hele. Bi havalar bişeyler.

-Şeyi soracaktım, sen hala benimle evlenmek istiyor musun? Yani öyle birşey varsa eğer...

-Kardeşim manyak mısın nesin? İşim gücüm var benim. Holding sahibi insanım bugüne bugün. Rahatsız etme bir daha.

"Paranın satın alamayacağı şeyler de var Numan. Yani öyle birşey varsa ben kabul edemiycem onu şeyetmek için aradıydım. Çünkü ben İlyas'ı seviyorum, kusura bakma. Sevgi emekti ama işte olmayınca olmuyor be" dedim.



 -Ya yürü git dedi.

Yürüdüm gittim.

Bir yandan da "Güzel olduğun kadar küstahsın da Numan" dedim. Karşılık olarak ise "dıt dıt dııııttt dıııttt" şeklinde anlamsız bir cevap aldım. Dıt dıt dıııt dıııt'ın ne anlama gelmiş olabileceğini ablama sordum. O, satır aralarını okumakta mahirdi. "Gerizekalı telefonu yüzüne kapatmış işte" dedi.

Sonra hemen aklıma lise yıllarında yüzüne bakmaya bile tenezzül etmediğim İnek Sami geldi. Sami lakabından da anlaşılacağı üzere ders çalışmaya programlanmış bir arkadaşımızdı. Hakkını yiyemem dersler dışında bir de benimle ilgileniyordu.

-Sami, naber ya. Zarife ben, çok uzun zaman oldu.
-Merhaba Zarife. Öyle oldu valla hayırdır nerden esti böyle?

Sidikli Numan tecrübesinden sonra soruyu sert bir şekilde yöneltmenin daha mantıklı olacağına karar verdim ve Türkan Şoray'ın canlandırdığı Sultan'ın Şener Şen'in canlandırdığı Bakkal Bahtiyar'a sorduğu tonda kurdum cümleyi:

-Bana baksana sen, hala benimle evlenmek istiyor musun?
-Şey eee ben
-Sana soruyorum Sami, istiyor musun, istemiyor musun?
-Şey abla, ben evliyim ya kusura bakma.
-Oldu mu o kadar?
-Oldu oldu. İki tane de çocuk var, biri kız biri oğlan. Ellerinden öper.

'Abla mı' dedi, 'ellerinden öper mi' dedi.

-Allah bağışlasın Sami. Peki bizim üst sınıftan Faruk vardı o hala benimle evlenmek istiyor mu haberin var mı?
-Abla valla bilmiyorum ki, yalan olmasın ama o da Amerikalı ünlü bir mankenle birlikteymiş diyorlar günahı boynuna.
-Kim? Bizim Sümsük Faruk mu?
-He o işte. Ben yine de bir numarasını vereyim istersen.
-Demek aşkımız bir yalandı Sami?
-Valla kusura bakma abla.

Konuyu değiştirmek ve az önceki saçmalığımı unutturmak için daha beter saçmalamam gerekiyordu:

-Senin annen bir melekti, ne oldu ona?
-Aynı be ya.
-Oldu o zaman iyi günler, ühüüü ühüüü
-Abla ağlıyor musun sen?
-Hayır yavrum ağlamıyorum, gözüme toz kaçtı...