9 Aralık 2012 Pazar

Twitter'ım, bitmeyen sevdam...



Herşey, bir tanıdığımın twitter hesabım olmadığını öğrendiği an bana 'pislikmişim' gibi bakıp 'peki olaylara tepkini nasıl gösteriyorsun?' diye sormasıyla başladı.
Gözlerimi kısıp, ufka doğru derin bir bakış fırlatarak "Bazen susmak en iyi cevaptır, dostum" diye kıvırmaya çalıştım fakat arkadaş haklıydı. Dünya zor zamanlardan geçiyordu ve benim olan bitenler karşısında göstereceğim tepkilere ihtiyacı vardı insanların. Üstelik dünyayı hep başkaları kurtarıyordu. Ben ise hazıra konuyormuşum gibi hissediyordum kendimi son zamanlarda. Neydim ben? İşe yaramaz bir asalak mı, kendi dertlerinden başını kaldırıp etrafına bakmayan aciz bir mahluk mu? Kısacası ayıp oluyordu. Artık toparlanmamın zamanı gelmişti.
Tabi bunun için önce bir adet akıllı telefon edinmem lazımdı. Eski telefonum fazla akıllı sayılmazdı. Aslında ders çalışsa zehir gibiydi fakat çalışmıyordu kerata. Ben de baktım okumaya niyeti yok, verdim tamircinin yanına çırak olarak, en azından bir meslek sahibi olur diye düşündüm. Kendime de süpersonik yeni bir cep telefonu aldım en afillisinden.
Telefon işi de tamamdı. Geriye twitter denilen meretin tam olarak ne olduğunu öğrenmek kalıyordu. Bu işlerde mahir bir dostumun kapısını çaldım. Elinde ayfonu, yüzünde 'twiti birkaç kez ritivit olmuşlara özgü aptal bir tebessüm'le karşıladı beni. 
"Benim acilen twitter öğrenmem gerek, bana bütün bildiklerini öğret Rıza" dedim.
"O iş kolay, merak etme, diyeceklerimi uygula yeter" dedi en havalısından.
Ve başladı sıralamaya:

"İşe 'sofistike gibi' bir profil fotoğrafı çekerek başla, fotoğraf makinesini gözüne dayayarak verirsen pozunu, daha etkili olur" dedi.
   
Nedenini anlamasam da peki dedim. Ne de olsa karşımda bir sosyal medya gurusu vardı. Bir bildiği vardı elbet.
 "Müdürün, genel müdürün, patronunun ve de etrafta 'başarılıymış gibi' davranan kim varsa takipçisi ol ve twitlerini retweetle, ne yazdıklarına bakmana gerek yok" dedi.
"Gittiğin restoranları ve yiyip içtiklerini şurda burda kahvaltı keyfi, boğazda çay sefası filan yazıp paylaş. Mümkünse fotoğrafla birlikte ver. 
"Kelime oyunları yap, zekiymiş gibi espriler üret, absürt olsun"
"Gündemi iyi takip et, tespit üstüne tespit şey yap"
"Metrobüs ve İstanbul trafiği hakkında yorum yap, terörü lanetle, cumhuriyeti koru, küçükleri sev büyükleri say, mevsimine göre havadan sudan muhabbet et"
"Ölen bir sanatçı varsa, kişisine göre şarkısını, filminden bir sahnesini ya da kitabından bir cümlesini paylaş. "Her ölüm erkendir ama seninki çok erken oldu be .... abi" filan yaz. 
"Kütüphaneden kitap alıp yanına da bir bardak çay (ince belli olsun) koyup fotoğrafını çek ve çay eşliğinde .... okumanın tadı bir başka" yaz. 
"Ve en önemlisi ne yazarsan yaz sonuna üç nokta koy"
Sonuncusundan gerçekten birşey anlamadım ama itiraf edeyim çok etkilendim.Çünkü kulağa çok hoş geliyordu. Kesin çok önemli bir ayrıntıydı. 
"Eee tamam çok kolaymış" deyip Rıza'nın evinden ayrıldım ve ertesi günü beklemeye koyuldum. İçim içime sığmıyordu. Sabahı zor ettim. Kalkar kalkmaz ilk işim profil fotoğrafı çektirmeye girişmek oldu. Fakat evde herhangi bir insan evladını sofistike gösterecek bir fotoğraf makinesi yoktu. Üst katımızda oturan Zekai amcanın büyük oğlu Durmuşcan'ın çok havalı bir makinesi olduğu aklıma geldi. Hemen yukarı çıktım. Kapıyı Sabahat Hanım Teyze açtı.
"Sabahat Teyze annem varsa bir bardak profesyonel fotoğraf makinesi istiyor" dedim. 
"Ay oğlanın vardı ama o da arkadaşlarıyla çıktı yavrum kusura bakma. Karbonat vereyim o da aynı işi görür" dedi.      
Büyük bir hayalkırıklığıyla eve döndüm ve annemin yorgan dolabının altındaki ayakkabı kutularının içinde sakladığı 90'lı yıllardan kalma kodak marka filmli ince uzun dikdörtgen şeklindeki fotoğraf makinesini alıp babamın eline de ayfonu tutuşturarak fotoğrafımı çekmesini istedim. Babam tipik bir Türk babasıydı, yani fotoğraf çekmeyi bilmiyordu. Koca karede beni koyacak bir yer bulamamıştı. Çenemin hemen yukarısından kadraja alınan kafam, fotoğrafın sağ alt köşesinde küçücük bir yer bulabilmişti, gerisi ise kocaman bir boşluktu. Yapacak birşey yoktu. 

Fotoğraf işi çok uzamıştı. Vakit öğleyi geçmişti bile. Türkiye'de neler olmuş bitmiş diye internete girdim. Şansıma o gün gündem hiç olmadığı kadar sakindi. Ne başbakan bir dizi hakkında görüş bildirmiş ne de bir tiyatrocu başörtüsünden rahatsız olduğunu ifade etmişti. Ortada kınanacak bir terör saldırısı neyim de yoktu. Çaresiz ben de Fransa'daki banliyö olaylarından bahsettim. "Fransız göçmenleri ayaklanmaya iten en önemli unsur, aslında göçmenlerin Fransa’daki yaşam koşullarında aranmalıdır..." diye tweet attım. Twitim anında ritivit olmuştu. İçim içime sığmıyordu. 

Sonra Rıza'nın üzerinde önemle durduğu 'patronu takip işi'ne giriştim. Arama çıbığına 'Fahri Cebişişkin' yazıp çıkan ilk kişiyi takip etmeye başladım ve ne yazarsa yazsın retweetleyip arada sırada da 'haklısın abi' diye yorum yaptım. 

Geriye bir restorana gidip yediğim içtiğimin fotoğrafını çekme işi kalmıştı. Ancak pahalı ve şık bir restorana gidemeyeceğim kadar ay sonuydu. Ben de mecbur köşedeki Kardeşler Pide Salonu'na gidip soğanlı kıymalı kır pidesinin fotoğraflarını çekip "Ne kadar şık bir restorana gidersem gideyim, gittiğim her yerde Kardeşler Pide Salonu'nun kır pidesini arıyorum..." yazıp tweet attım. 

Sonra patronum olacak adamın bir kaç tweetini daha retweet ettim. 'çok haklısınız, müthiş bir tespit...' filan yazmayı da ihmal etmedim. Planım saat gibi işliyordu. 


Kitap-çay ikilisinin fotoğrafını da çekersem işim bitiyordu. Kütüphaneden rastgele aldığım kitabı çay bardağının yanına koyup ayfonumla bu anı ölümsüzleştirdim. 

Yorgun düşmüştüm. Kafamı koyduğum yerde uyumuşum. Rıza'nın telefonu ile uyandım. 

"Abi sen twitter'a bulaşma istersen" dedi. 
"Hayırdır, ne oldu?" dedim. 
"Fransa'daki banliyö olaylarından bahsetmişsin. 3 sene önceki olay o. Bütün internet siteleri 'Fransa'da banliyö olayları yeniden patlak verdi" diye son dakika geçmiş. Sosyal medya karıştı abi. Bir de patronun diye başka bir Fahri Cebişişkin'i takip etmişsin. O da ünlü playboy. "Elinden uçanla kaçan kurtuluyor" diye nam salmış. Çayın yanına koyduğun kitap da Ana Britannica abi. Absürt espri yap dedim Temel fıkrası anlatmışsın. Üstelik 140 karaktere de sığmamış. Pide salonuna ise hiç değinmiyorum" 

Çok moralim bozulmuştu. Buralardan sessizce çekip gitme vakti gelmişti. Feysbuk neyime yetmiyordu. Bir daha dönmemek üzere Twitter'den sayn aut yapıp, feysbuk'a sayn in yaptım. Feyste beni kırmızı kırmızı yanan bir adet arkadaşlık isteği bekliyordu. Heyecanla tıkladım arkadaşlık isteğinin üzerine. Çıkan mesaj: "Fahri Cebişişkin arkadaşın olmak istiyor"du

Nur topu gibi bir sapığım olmuştu...




 





28 Kasım 2012 Çarşamba

İyi sıhatte olsunlar

Sevgili günlük,

Hayatta en çok korktuğum şey, 'hayatta en çok korktuğum şey' diye başlayan cümleler kurmaktı. Fakat işte korktuğun da başına geliyordu. Allah'tan yüzsüz bir insandım da böyle şeyleri fazla kafaya takmıyor, kınadığım şeyleri yapmaktan hiç utanmıyor, utanmıyordum. Peki ama neden bu şekilde konuşuyordum? Normal moduma dönsem çok iyi olacaktı. Ve evet dönüyordum.

Ne diyorduk? Hayatta en çok korktuğum şey, insanların pat diye karşıma çıkıp hayatlarındaki önemli bir değişiklikten bahsetmeleri, be günlük. Mesela böyle zart diye gelip 'ben askere gidiyorum abla, veda etmeye geldim' diyorlar ya aha ben tam o anda kilitleniyorum, ekmek musaf çarpsın. 'İyi yolculuklar'dan gayrısı gelmiyor aklıma. Askere giden birine de 'iyi yolculuklar' demek, diyet yapan birine 'afiyet olsun' demek kadar saçma bir şey nitekim. Kibrit kutusu kadar peynir mi afiyet olsun yani?

Demem o ki, kilitlenmem, bu gibi durumlarda en münasip 'iyi dilek' cümlesinin bir türlü aklıma gelmemesinden kaynaklanıyor. Bir de söylenecek herşeyi benden önce birilerinin mutlaka söylemiş olmasından kelli, acaba orijinal ne diyebilirim fikriyatı ile hepten karıştırıyorum herşeyi birbirine.
Bir de sen daha iki lafı biraraya getirip 'hayırlı olsun' bile diyemezken, çevrende en afillisinden iyi dileklerde bulunanlar yok mu? Ah onlar yok mu onlar? Örneğimize bakalım:

Muhasebeden Kemal Bey: Bizim hanım doğum yaptı önceki gün.
Daktilo Necla: Aaaa öyle mi, Allah analı babalı büyütsün
Personel'den Havva Hanım: Ah çok sevindim Kemal beyciğim, Allah bahtını açık etsin.
Çaycı İbrahim: Mutlu huzurlu sağlıklı bir gelecek dileklerimizle, bebeğinizi ve anne babayı kutluyoruz.

Tamam sondakini salladım fakat yani olmayacak şey de değil hani. Peki ya ben?
Diyecek birşey bırakmadılar ki 'boyu devrilesiceler'

-Eeee, şey, ?????, Ziyade olsun
Ziyade olsun mu dedim. Allah beni kahretmesin.

Yok be günlük ne yapsam olmuyor. Geçen yine bir düğüne gittik mesela, takı merasiminde sıra bana geldi. Eee sık sık düğüne gidenler bilir,  gelin damat yüzünde gece sonuna kadar asılı kalacak zoraki gülümseme ile şapşal şaşkın bakar durur etrafına. Zaten başka birşey yapmaları da beklenmez. Nikah memuruna söyleyecekleri birer adet (şayet nikah memuru, kendisini illa espri yapmak zorunda hisseden yüzlercesi gibi ise ikiye de çıkabilir) evet ve tebriklere karşılık olarak söyleyecekleri seksener adet  'sağolun, teşekkürler' ile geceyi kapatırlar. Hadi onların mazareti vardır da bendeki şapşallık neyin nesidir bilinmez?

Gelin bana bakıyor, ben geline bakıyorum. Gelin o güne dair tek repliğini söylemek için benden bir adet 'iyi dilek' bekliyor fakat tık yok. Mal gibi bakıyorum, çok afedersin. Sonunda ağzımdan belli belirsiz birşey çıkıyor:

- Allah bir yastıkta boşatsın

Hay dilimi eşek arısı soksun emi. 'Hayırlı olsun' de git işte. Yoooh illa afilli birşeyler diycem. Al sana afilli şey. Fakat şunu da söylemeden geçemiycem: Kilitlenmemin bir nedeni 'iyi dilek' dağarcığımın zayıf olması ise bir nedeni de geline takacağımız çeyrek altını maddi sebeplerle 5 kişi birleşip almamız. Ben geline "İşte bu da benim, Faruk'un, Selvinaz'ın, Zahide ablanın ve Halide'nin hediyesi..." derken ohooooo millet iyi dilekleri sıraladı bile. Benim ise ellerim bomboş, yüreğimde bir sızı....   

Bütün bunlara ek olarak yemekhanede yemek yiyenlere 'elinize sağlık', yemeğimizi veren yemekhane görevlilerine 'afiyet olsun', 'afiyet olsun' diyen mesai arkadaşıma 'amin', kolay gelsin diyene 'kolaysa başına gelsin', İyi çalışmalar diyen asansördeki meçhul kişiye ise 'Allah belanı versin' demişliğim var.

Baktım olacak gibi değil. Guugıl'ın arama çıbığına 'en güzel iyi dilek mesajları' yazıp çıkan sayfaları hatmettim, birer kere de cümle içinde kullandım, etkili öğrenme şeysiyle...

Sonuç:

-Abla kız, çocuğun cinsiyeti belli oldu, oğlanmış.
-Demee, hadi hayırlı tezkereler madem.
-Ne tezkeresi ayol daha doğmadı bile.
-Kız erkek farketmez, sağlıklı olsun da
-Belli oldu diyorum erkekmiş.
-Hayırlı cumalar...
-İyi sıhatte olsunlar abla, vah vaaah...


18 Kasım 2012 Pazar

-mış olsaydı volume II

İsrail vatandaşları Türkiye'ye girişlerinde vizeden muaf tutulurken Türk vatandaşları, İsrail'e ve işgal altındaki Filistin'e gitmek için bin bir çeşit 'vize' işkencesine tabi tutuluyor. ABD ve Avrupa'ya hiç değinmiycem bile. Benim bir önerim var, gülmeyin çok ciddiyim...

3 Kasım 2012 Cumartesi

Bir kına gecesi hikayesi ya da müstakbel kaynanın gizemi


Sevgili Günlük,


Şu hayatta iki tip insandan çok korkuyorum. İlki 'aa ne güzel, ney mi çalıyorsunuz?" diye sorulduğunda en havalısından "ney çalınmaz, üflenir" diyen insan, diğeri de kına gecelerinde pistten oynayarak masaya dönen ve bir yandan selam verirken bir yandan da göbek atmaya devam eden kişilerden bahsediyorum. Özellikle ikinci tip insanlardan ödüm patlıyor. Sırf bu korkuyu yaşamayayım diye kına gecelerine gitmeyeyim diyorum ama bu isteğimi de 'gelmezsen ölümü gör' diyerek asosyal olmana katiyyen müsaade etmeyen kadın cinsinden dolayı hayata geçiremiyorum. Söz konusu korkunun gün yüzüne çıkmasına sebep olan olayımız ise bayramdan hemen sonra sayıları hızla artan düğünler ve hemen öncesinde tertip edilen kına organizasyonları oluyor tabii ki.  Bilenler bilir "Hele bir ramazan geçsin de" diyerekten bayramdan ve ramazandan sonraya ertelenen etkinliklerin başında düğünler gelir. Hiç unutmam 'bir akşam iftara gelin' dediğim bir yakınımız 'Hele bir ramazan geçsin' dediydi de neye uğradığımı şaşırdıydım Allah sizi inandırsın. Fakat o ayrı bir hikaye tabi.


Hasılı kelam bayram ertesi hareketlenen düğün sezonu, bekar oğullarına kız beğenen teyzeler, ne kadar da zayıfladığını cümle aleme göstermek için en şıkırından kıyafetlerini kuşanıp kendini piste atan genç kızlar, 'Ay Allanı seversen, kalk iki göbek at, valla Necla çok bozulur' diyerek, efendi efendi oturan insanlara hayatı dar eden orta yaş kadınları için en verimli zamanlardır. 
 
Yukarıda da ipuçlarını verdiğimiz üzere kına gecelerine gelen insanlar üçe ayrılır. 'Ay ben hiç beceremem' deyip pistten inmeyenler, felfecir bakan gözleri ile oğullarına kız bakan teyzeler bir de hakikaten sözünü tutup yerinden kımıldamayan gençler. Pistten inmeyen ilk grup da kendi içlerinde ikiye ayrılır: İbo Show'da hünerlerini sergilemek için sahneye fırlayan kızlar misali, burun deliklerini sonuna kadar açıp, gözlerini bellertip, çok ama çok ciddi bir ifadeyle göbek atanlar ve durduğu yerde sadece el çırpanlar.    

Kına gecelerinde gelinden sonra en çok merak edilen kişi ise gelin adayının müstakbel kayınvalidesidir. Dans faslı bitip yavaş yavaş kına yakma merasimine geçilmesine kısa bir süre kala masalarda da bir hareketlilik başlar ve hemen her masadan aynı soru cümleleri yükselir: 'Kaynanası hangisiymiş?', 'Kaynana şu mavi başörtülü olan mı' Bu durumun sebebi kısmen Türk kadının meraklı yapısı ise kısmen de belli bir yaşı geçen teyzelerin ayırt edilmeyecek kadar birbirine benzemesidir.

-Necla kız, kaynana hangisi? Şu kısa boylu, hafif toplu, başörtülü olan mı?
Salonda o anda en az 50 tane 'kısa boylu, hafif toplu ve başörtülü' teyze vardır.

Kına gecelerine katılım konusunda daha deneyimli olanlardan ise 'Anam pek de mendebur birşeymiş', 'Ayy Seviimm bu çok fena biri ha, demedi deme, valla işi var bizim kızın' gibi olumsuz yorumların yanı sıra, 'ayy valla çok iyi kadına benziyor' şeklinde fazlasıyla iyimser yorumlar gelir. Yeri gelmişken belli bir grup daha vardır ki bu satırların sahibi de onlardan biridir, sevgi kelebeği gibi dolaşırlar. Henüz 1 saat önce gördüğü kişiye bile sanki aylardır görüşmüyormuş gibi sarılıp, sebepsiz yere sırıtır. 'ay çok özledim valla, mutlaka görüşelim' yalanları havada uçuşur... 

Bu tür organizasyonlarda gene gelin adayından sonra en popüler kişi ise 'gecenin en iyi oynayan kızı'dır. Herkes bu kıza yakın olmaya çalışır, dans pistinde karşısına geçer oynar hiç bir şey yapamıyorsa karşısına geçip el çırpar.

Bir de kına gecelerine gözlem yapmak için gelen biri daha vardır ki, kendisi özünde çok iyi bir insandır. Saatlerce pistten inmedikleri halde şıklığını koruyan profesyonel kınagirls'lere karşı kendisinin sadece 10 dakika oynayıp hemencecik tipinin kaymasına fena halde bozulur. Derin düşüncelere dalar... 

Bu arada gelinin kaynanasının kim olduğu sorusu gizemini koruyor. Bulanların ya da yerini bilenlerin insanlık namına bildirmeleri rica olunur. Zor durumdayız çünkü... 

24 Ekim 2012 Çarşamba

Türküm, doğruyum, biraz da sazanım...



-Sıtkı, oğlum kafayı mı yedin sen? Lan olum bu nasıl haber böyle. Hadi haberi verdin bundan başka fotoğraf bulamadın mı, gerizekalı. Ne diyecez patrona?
-Abi ne bileyim. Ben Türkçe yazıyı görünce heyecanlandım birden. İnsan gene de seviniyor.
-Sı....ma sevincine. Oğlum bak bu ilk değil, geçen ay da "Hollanda Kraliyet Ailesi'nin tuvalet kağıdı Türkiye'den gidiyor'' diye haber yaptın. Zor toparladık.
-Öyle deme abi, o haber var ya sitede en çok okunanlar listesinde iki gün boyunca en tepede kaldı. Seviyor millet böyle haberleri. Kıvanç duyuyor bir nevi.
-'Prensin poposuna Osmanlı şefkati' diye arabaşlık atmak neyin nesiydi peki?
-Abi, Osmanlı'yı bir şekilde bir yere sıkıştırmak lazımdı. Ne yapsaydım yani. Size de iyilik yaramıyor.
-Kaybol şimdi. Mailine bir basın bülteni attım. Onu haberleştir. Dünyada cep telefonuyla en çok Türkler konuşuyormuş. Akşama yetiştir onu.
-Tamam abi merak etme sen.
 İç ses: Ooo süper haber. Buna 'Soğuk Avrupalılara karşı en konuşkanı Türkler' diye başlık atarım ben. Girişe de 'Avrupa ülkeleri ekonomik krizle boğuşurken Türkler parayı nereye harcayacağını şaşırdı. Telefonda konuşuyor da konuşuyor. Avrupalılar ekonomik krizden başını kaldıramıyor. Battı Avrupa battı. Hele Yunanlılar var ya Yunanlılar, hep yattılar bu zamana kadar. Siesta bitti oğlum. Artık o devirler geride kaldı. Türkün gücünü herkes görecek"

15 Ekim 2012 Pazartesi

Mr. and Mrs. Brown, havanız kime?


Türkiye gibi, yabancı dil eğitiminin Mr. ve Mrs. Brown'ın paşa gönlüne bırakıldığı ülkelerde İngilizce ve bilimum dilleri öğrenmenin yolu, bir an önce ailenizin kabul etmeyeceği mühitten bir kıza aşık olmaktan geçer. Tabi istenmeyen kıza aşık olmak tek başına yeterli bir etken değildir. Bu kızcağızı unutturmak üzere sizi laaps diye yurtdışına gönderebilecek 'zengin ama zalim' bir babaya da sahip olmanız gerekmektedir ki bu da nüfusun yüzde 90'ının 'fakir ama gururlu' olduğu bir ülkede öyle herkese nasip olacak birşey değildir. İşte tam da bu sebeple Mr. ve Mr. Brown'ı en son tatile çıkarken bırakan gencolar afedersiniz bir tarafları sıkışınca, bulundukları şehirdeki irili ufaklı İngilizce kurslarından birinin yolunu tutar. Piyasada bol miktarda bulunan bu kursların her keseye uygun çeşitleri vardır neyse ki. Normal şartlarda ingilizceye bütçe ayıramayacak olanlar için halk eğitim merkezleri, ‘ehh bir miktar ayırabilirim’ diyenler için özaydın, tasarı, murat, okutan gibi isimlere sahip ve bilgisayar, muhasebe kursu olarak başlayan fakat işi biraz büyüttükten sonra yelpazeye yabancı dilleri de ekleyen orta ölçekli kurslar ve son olarak afedersin bok gibi parası olanlar içinse başında sonunda english, british filan yazması ile söylenişi epeyce karizmatik olan (english time, english spoken, british council) kurslar bulunmaktadır.


'Hay dilin kopsun bu kadar gereksiz bilgiyi ne halt yemeye verdin' diye sorarsanız ben de size şu soruyu iletmek isterim: Hangimiz büyüyünce hepsi birer ‘omuzlarına attıkları sivetşörtleri ile Amerika’dan henüz gelmiş Tolga Savacı’ya dönüşen’ kolej çocukları ile ‘televizyon izlemiyorum bir tek si-en-bi-si-e’deki dizileri izliyorum’ diye en havalısından cümleler kuran boğaziçi mezunlarının george ile olsun johnny ile olsun 'Amcaoğlu Dursun'la' konuşur gibi muhabbet ettiğine şahit olup yaşadığımız ezikliğin de etkisiyle soluğu az önce sıraladığım kurslardan birinde almadık?



Demem o ki, hemen hemen hepimizin, CV’lerimize ‘yabancı dil bilgisi ana başlığı altında 'İngilizce iki nokta üstüste orta’ şeklinde dünyanın en büyük yalanını yazmamızla neticelenen bir kurs maceramız var mıdır yok mudur? İşbu yazımızda niyetim bu kurslarda gözümüze çarpanları sizlerle paylaşmak. Bunu yaparken de kâh güldürmek kah hüzünlendirmek. Güldürürken düşündürmek, düşündürürken de sürüm sürüm süründürmek  istiyorum sizleri. Fitil fitil getirecem lan burnunuzdan hepinizin...

Düşündüm de Türk halkının yabancı dil konusundaki yetersizliğinin en büyük sebebi Mr. ve Mrs. Brown'ın devamlı surette, efendime söyleyim bir laylaylom bir hahahihi durumunda olmaları gibi geliyor bana. Hayat onlara güzel valla. Bir gün pikniğe giderlerse ertesi gün mutlaka sinemaya gittiler bunlar. Başka bir gün tiyatroya o da yetmedi deniz kenarına. Sürekli bir goygoy durumu var farkındaysınız. Her sene tatile gitmeler filan, hayır yani havaları kime? Özünde iyi bir insan olabilirler belki fakat olan var, olmayan var neticede. "Bizim zamanımızda yokluk vardı Johnny, tatil niyetine yazları köye gittik. Sinema tiyatro da hak getire" demek istedim kaç kere ecnebi arkadaşlarıma. Gerçekleri demek istedim ama yapamadım. Mecburen kendimi'beyaz türk bir ailenin üyesi gibi tanıttım "I play the piano in my spare time" (Boş zamanlarımda piyano çalarım) dedim.

Sonra büyüdük. Johnny'ler Christina'lar daha sık çıkar oldu karşımıza. Körolmayasıca Brownlar'ın hayali yine peşimi bırakmadı. Yaşım gereği daha sosyal meselelere değinmem gerekti. "Yes Christina you're right, the countries like Turkey cannot trust the other countries" diye evde kaç kez ayna karşısında prova yapsam da kendimi Christina'ya şunu derken buldum: "And Mr. and Mrs. Brown went to the seaside" (Bay ve Bayan Brown deniz kenarına gittiler)

Hele bir de yazının başında sözünü ettiğim kurslarda ya da okul hayatımız boyunca alıştırma niyetine öğretilen ve gerçek hayatta kesinlikle karşılığı olmayan lüzumsuz diyaloglara ne demeli. Bugün ülkede ikinci bir Fatih Terim (it's the fıtbıl that's the fıtbıl) yetişmiyorsa sebebi bu derslerde sık sık tekrarlanan saçma saçma diyaloglardan başkası değildir de nedir? Neymiş efendim 'What is your favorite animal?' (Senin en sevdiğin hayvan nedir) Bah hele soruya. Aramızda kalsın, geçende fuarda tanıştığım İngiliz işadamına muhabbet olsun diye soracak oldum. Amaan düşman başına, ne sapıklığımız kaldı ne psikopatlığımız. "I'am interested only in women" (Ben sadece kadınlarla ilgileniyorum) dedi de kaçacak delik aradım yemin ediyorum. Konuyu değiştirmek için  'Mr. and Mrs. Brown napıyor, tanıyoruz biz onları. Görürsen çok selam söyle, ellerinden öpüyorum' dedim, 'shut up your bloody f.... mouth" dedi, fazla üstelemedim.

Baktım kursla falan olacak iş değil. Zaten bizimkilerde de beni bırak yurtdışına, özaydın ingilizce kursuna gönderecek kadar bile para yok. Şimdilerde kızına duyduğum aşkımı parasıyla satın alacak zengin ve zalim bir baba arıyorum. İyi bir alıcı çıkarsa indirim de yapabilirim. 6 ay kalsam yeter. Temelim var benim zaten. Anlıyorum da konuşamıyorum!







1 Ekim 2012 Pazartesi

Hala benimle evlenmek istiyor musun?

Türk filmlerinin unutulmaz repliklerindendir. Esas kız, esas oğlandan beklediği karşılığı alamayınca ya da sevdiği adamın başka kadınlarla gönül eğlendirdiğini öğrenince ki bu adamlar genelde zampara olurlar, kendisini yıllarca sabırla bekleyen efendi Cemşit'lerden birinin karşısına çıkar ve karşı tarafı adeta azarlarcasına şu soruyu sorar.

-Hala benimle evlenmek istiyor musun?
Cemşit tabii ki kabul eder filan...

İşte ben de etrafımın zaman zaman sözlü zaman zaman da ima yoluyla şahsıma telkin ettiği 'ee artık zamanı geldi, hadi' baskısı üzerine hayatımdaki Cemşit'leri gözden geçirmeye karar verdim. En eskilerden başlayayım dedim ve ilkokulda peşimden az koşturmayan Sidikli Numan'ı aramakla işe başladım:

-Alo iyi günler sidikli .. ay pardon Numan beyle mi görüşüyorum?
-Buyurun benim.
-Numan hatırlamadın mı? Benim ben, ilkolkuldan Zarife.

-Evet buyrun.

'Evet buyrun' mu? Sidikli Numan'a bak hele. Bi havalar bişeyler.

-Şeyi soracaktım, sen hala benimle evlenmek istiyor musun? Yani öyle birşey varsa eğer...

-Kardeşim manyak mısın nesin? İşim gücüm var benim. Holding sahibi insanım bugüne bugün. Rahatsız etme bir daha.

"Paranın satın alamayacağı şeyler de var Numan. Yani öyle birşey varsa ben kabul edemiycem onu şeyetmek için aradıydım. Çünkü ben İlyas'ı seviyorum, kusura bakma. Sevgi emekti ama işte olmayınca olmuyor be" dedim.



 -Ya yürü git dedi.

Yürüdüm gittim.

Bir yandan da "Güzel olduğun kadar küstahsın da Numan" dedim. Karşılık olarak ise "dıt dıt dııııttt dıııttt" şeklinde anlamsız bir cevap aldım. Dıt dıt dıııt dıııt'ın ne anlama gelmiş olabileceğini ablama sordum. O, satır aralarını okumakta mahirdi. "Gerizekalı telefonu yüzüne kapatmış işte" dedi.

Sonra hemen aklıma lise yıllarında yüzüne bakmaya bile tenezzül etmediğim İnek Sami geldi. Sami lakabından da anlaşılacağı üzere ders çalışmaya programlanmış bir arkadaşımızdı. Hakkını yiyemem dersler dışında bir de benimle ilgileniyordu.

-Sami, naber ya. Zarife ben, çok uzun zaman oldu.
-Merhaba Zarife. Öyle oldu valla hayırdır nerden esti böyle?

Sidikli Numan tecrübesinden sonra soruyu sert bir şekilde yöneltmenin daha mantıklı olacağına karar verdim ve Türkan Şoray'ın canlandırdığı Sultan'ın Şener Şen'in canlandırdığı Bakkal Bahtiyar'a sorduğu tonda kurdum cümleyi:

-Bana baksana sen, hala benimle evlenmek istiyor musun?
-Şey eee ben
-Sana soruyorum Sami, istiyor musun, istemiyor musun?
-Şey abla, ben evliyim ya kusura bakma.
-Oldu mu o kadar?
-Oldu oldu. İki tane de çocuk var, biri kız biri oğlan. Ellerinden öper.

'Abla mı' dedi, 'ellerinden öper mi' dedi.

-Allah bağışlasın Sami. Peki bizim üst sınıftan Faruk vardı o hala benimle evlenmek istiyor mu haberin var mı?
-Abla valla bilmiyorum ki, yalan olmasın ama o da Amerikalı ünlü bir mankenle birlikteymiş diyorlar günahı boynuna.
-Kim? Bizim Sümsük Faruk mu?
-He o işte. Ben yine de bir numarasını vereyim istersen.
-Demek aşkımız bir yalandı Sami?
-Valla kusura bakma abla.

Konuyu değiştirmek ve az önceki saçmalığımı unutturmak için daha beter saçmalamam gerekiyordu:

-Senin annen bir melekti, ne oldu ona?
-Aynı be ya.
-Oldu o zaman iyi günler, ühüüü ühüüü
-Abla ağlıyor musun sen?
-Hayır yavrum ağlamıyorum, gözüme toz kaçtı...









16 Eylül 2012 Pazar

'Kıyamam yaa' vs 'naber lan it?'

Çocukların cinsiyet rollerinin belirlenmesi ile onlara daha bebekken hitap etme biçimlerimiz arasında güçlü bir ilişki var bana kalırsa. Babam biri kız biri erkek olan ikiz torunlarından kız olanını 'ah benim güzel kızım gelmiş, pambuk kızım gelmiş' diye karşılarken erkek olana tam olarak şöyle hitap etti mesela: 'naber lan tipsiz'
Sonra ne oluyor?
Bu çocuklar büyüdüklerinde kız olanları arkadaşlarıyla konuşurken gayet sevgi dolu ifadeler kullanırken erkek olanları ise lan'ların havada uçuştuğu cümleler kuruyor. Örneğimize bakalım:

-İnanmıyorum Simgesu sen misin? Kızım ne kadar özlemişim ya, ay mutlaka görüşelim bak kıyamam ya...

Gördüğünüz gibi her ne kadar anlamsız ifadeler ve ünlemler arka arkaya sıralanmışsa da gayet sevgi dolu bir hitap biçim.

Ya erkek dünyası
- şişşt naber lan it? Olum hazırlığa yeni başlayan kızları gördün mü? Neydi lan onlar öyle?
 
İşte gayet net bir tablo. Ne ekersen onu biçersin neticede yani...

Bir sonraki 'ergenliğin gizemli sırları' adlı belgesel kuşağımızda görüşmek üzere esen kalın lan oğlum...

11 Eylül 2012 Salı

Ne bebekler gördüm üzerinde zıbın yok, ne zıbınlar gördüm içinde bebek yok

Sevgili Günlük,

Şimdi biz bu bebeleri, çocukları filan çok seviyoruz ya hani. Hele ki evlat olsun, yiğen olsun, efendime söyleyeyim torun olsun kendi kanımızdan canımızdan olanlara katiyyen hiç laf ettirmiyoruz bir de. Peki karşılığında ne alıyoruz?

Şimdi, samimi bebekleri tenzih ederim, neticede benim bebek arkadaşlarım da var fakat, bazı bebeklerin bakışlarından çok korkuyom kız günlük. Hani böyle karşılarında şebeklik yaparsın, 'gülsün, oynasın, sevinsin garip' diye. Koca koca adamlar afedersin maymun olur etraflarında. Ne için? O da accık dişlerini göstersin diye. Hıhhh, bekle çok gösterir. Bööyle bir süre dik dik bakar sonra kafasını çevirirler en havalısından, kalakalırsın sen de şebekliğinle. Allahım, sanki o küççük veledin için Cansu Dere kaçmıştır. Öyle buz gibi bir bakış. Yarabbim sen koru!

Sorarım sizlere hanginiz otobüste önünüzdeki koltukta anasının kucağında yüzü size dönük bir şekilde duran o bacak kadar velete şirinlik yapacam diye şekilden şekile girmediniz? Peki karşılığında ne aldınız? Ben söyleyeyim. Devlet hastanelerinin kalabalık koğuşlarında nöbet tutmaktan, serum değiştirmekten hayata küsmüş bir adet buz gibi hemşire bakışı.
Çok korkuyorum o bakıştan, yemin ediyorum. Sırf hemşirelere serumumuz bitti demememek için youtube'dan serum değiştirmenin iğne yapmanın inceliklerini öğrendim.

Peki ya, özelliklen size sesleniyorum erkek okuyucular. Sevgiliniz olsun, nişanlınız olsun sevdiceğinizin ailesiyle tanıştığınız ilk günü hatırlayın. Nasıl da hazırlanmışsınızdır aile büyüklerinin gözüne girecem diye. Sonra ne olur? Gene ben söyleyeyim. Gelin adayının bacak kadar yeğeni çıkar sahneye ve hoop karizma yerlerde. Yeğene yapılan onca şebekliğe yine buz gibi bir bakışla karşılık verilir. Aile efradının 'ay teyzesini kıskandı, kıyamaaaam' nidaları eşliğinde mal gibi kalırsınız ortada, çok afedersin.

Bu arada birşey daha farkettim. O kenafir gözlü bebek bakışı, şeye de çok benziyor. Hani teravihe gidersin de namazın bitiminde 'al bunlan çek' diye tespih fırlatan ihtiyarlar vardır. Tespihle birlikte bir de bakış atarlar ki düşman başına. Uyy anaaam gene ürperdim valla.

Demek ki neymiş? İnsanlıktı, nezaketti, öyle pepeden kayyudan filan öğrenilecek şeyler değilmiş. İnsanın içinde olacak biraz. Biz ne bebekler gördük üzerlerinde zıbın yok, ne zıbınlar gördük içinde bebek yok, neticede. O yüzden hep 'vay şöyle tatlı, yok böyle cimcime' diye pohpohlamak yok, arada çocukları eleştirmemiz de lazım ki kendilerine gelsinler. Hem onların iyiliği için yoksa banane yani sonuçta. Belki sözlerimiz ilk başta biraz incitici olabilir fakat dost da acı söyler yani. Bir üzülürler, iki ağlarlar baktınız susturamıyorsunuz verirsiniz ellerine iki çokomel hemen susarlar zaten, öyle de şahsiyetsizlerdir.

Bitti...

6 Eylül 2012 Perşembe

Birkaç iyi adam


Nedir bu Bizans'ın Yeşilçam'dan çektiği

Dandik bir odanın kolonlarını altın rengi alüminyum folyoyla kapla, prensesin yatağının çevresini bildiğin banyo perdesiyle şöyle bir çevir, oraya buraya birkaç şamdan attırıver, hooop Bizans sarayı. Figüran Faruk'un kafasına banyonun yerini ciflediğin el süpürgesinden bozma püskül geçir al sana Bizans askeri. Cüneyt Arkın'a da Bizans prensesini bile baştan çıkartacak bir tutam karizma, on kişinin birden hakkından gelecek doğa üstü güçler ve de en çaresiz kaldığı anlarda dahi eşşedü diye başlayacak iman gücü aktar, hadi bakalım Battal Gazi. Ha bir de cüzzamlılar vardı di mi...

1 Eylül 2012 Cumartesi

Büyük büyük babamlar Amiş soyundan geliyormuş...

Sevgili günlük,

Annemgilin teknolojiyle arayı düzelteceği yok. Söylemesi ayıptır kendime en afillisinden bir adet tablet bilgisayar satın aldım. Bir süredir kullanıyorum. Boğazda, sahilde, kırda, bayırda yiyip içip fotoğraf çektiriyor, sonra da 'şurda burda kahvaltı keyfi', 'orda burda çay sefası' başlıklı albümler altında Facebook'ta paylaşıyorum. Twitter'dan da terör olsun, kaza olsun, İstanbul'un trafik sorunu olsun, her konuda tespit üstüne tespit şey yapmayı ihmal etmiyorum. Anlayacağın çok möhim işler yapıyorum yeni oyuncağımla. Gel gör ki annemgillerin bunların hiçbirinden haberi yok. Evlatları kaç tane like almış, twitleri ne kadar ritivit olmuş. Yok anam yok, suya yazı yazmak bizimkisi...

Dün annem tabletimin ekranındaki parmak izlerini görüp "Hııhh aferin iki günde kirletmişsin hemen. O kadar yakından da bakma ona, gözlerin bozulur" dedi. İnsan gene de üzülüyor be günlük. Şimdilerde soranlara "Annemler 68 kuşağı onlar her türlü teknolojik ve modern zımbırtılara bilinçli bir şekilde uzak kalyorlar. Babam yazılarını hala daktiloda yazıyor, annem yumurtayı el bilendırı ile çırpıyor" diyorum. Bir de Amerika'da mı ne bir topluluk varmış. Amiş miymiş Memiş miymiş neymiş. Böyle, insanlar 17. yüzyılda nasıl yaşıyorsa hala o şekilde yaşıyorlarmış. Teknoloji düşmanıymışlar zaar. Büyük büyük babamlar Amiş soyundan geliyormuş desem yalan söylediğim anlaşılır mı sence?

24 Ağustos 2012 Cuma

Neyleyim facebook hesabı olmayan ebeveyni...

Sevgili günlük, arkadaşlarımın babasıyla olsun, annesiyle olsun facebook'tan twitter'dan yazışmasına bir türlü alışamıyorum. Bizimkiler hala elektronik aletlerin tümüne birden televizyon diyor, annem cep telefonundan fotoğraf çekildiğinde kontürünün düştüğünü zannediyor. Babamın internetle tek ilişkisi "kızım köyün fotoğraflarını bilgisayara koymuşlar, aç da bakalım"dan ibaret. Biraz kıskanıyor da olabilirim. Neyse benim şimdi babamın telefonuna bankalardan olsun, turkcell'den olsun ne bileyim mağazalardan olsun, gelen mesajları tek tek okuyup "yok baba bişey, gene turkcell'den gelmiş" diyip silmem lazım. Bu kadar, bitti...

Nutella kapağındaki korkunç sır

Sevgili günlük,

İş güç sahibi bir teyze olarak ikiz yeğenlerimi görmeye mümkün mertebe elimde oyuncaklarla gitmeye çalışıyorum. Gittiğim yerlerden oraya özgü oyuncaklar alıp çocukların farklı dünyalardaki akranlarının nelerle oynadığı konusunda empati şeyetmeleri fena olmaz diye şeyediyorum. Mesela daha geçen ay bir iş gezisi için gittiğim Gelsenkirchen’de Alman iş ortağım Frau Zonderschule’nin tavsiyesiyle Şıtayff marka, üzerinde Bremen Mızıkacıları’nın resminin olduğu birer pazıl aldım zihinsel gelişimlerini şeyeder şeyiyle. Şaka yauuu şaka, Mahmutpaşa’dan üzerindeki 4 farklı düğmeye basınca sırasıyla Tarkan’dan ‘yakalarsam’, Davut Güloğlu’ndan ‘üçtür beştir’, Hadise’den ‘düm tek’ ve kına gecelerinin vazgeçilmezi ‘Damat havası’ çalan süpersonik bir gitar alıp ablamların evinin yolunu tuttum. Elimde toyzeras torbası kadar havalı olmasa da ‘Mesut Kardeşler Oyuncak A.Ş. Mahmutpaşa’ yazan poşet, aklımda ise hediyelerini verince ikiz yeğenlerimin yüzünde oluşacak müteşekkir ifade ile aile içinde sahip olacağım müthiş karizmanın hayali, kapıdan içeri girdim. İkiz yeğenlerimin gözü hemen elimdeki torbaya ilişti. İkizleri çok da heyecanlandırmayım düşüncesiyle biri pembe biri mavi olan iki teknoloji harikası gitarı çıkarıverdim çevik bir hareketle. İkizlerin gözleri parladı hemencecik. Evet istediğim olmuştu. Düğmelere bastıkça, süpersonik gitardan yayılan ‘ken yu fiıl di rıdım in may hart the biits going düm tek tek’ sözleriyle etraflarında dönen bebeler benim de başımı döndürmüştü. Erovizyon heyecanını bir kez daha yaşıyordum adeta. Taa ki bebelerin nutella kavanozunun kapağına odaklanmasına kadar. Acı gerçekle bir kez daha karşılaşmıştım. Evet dünya üzerindeki hiçbir oyuncak kavanoz kapağı, terlik, anneannenin yakın gözlüğü, cep telefonu (kesinlikle oyuncak olanlarından değil), kol saati, ıslak mendil ambalajı türü ıvır zıvır kadar ilgilerini çekmiyordu çocukların. Neydi Allahım neydi bunun sebebi? Yoksa bu çocukların her biri teknoloji düşmanı, doğal yaşam yanlısı çevreci bir örgütün anarşist elemanlarıydı da zamanı gelince dünyayı ele mi geçireceklerdi? Ben bu düşüncelere dalmışken fonda Davut Güloğlu’ndan üçtür beştir çalıyordu. Konsepte uymadığı gerekçesiyle bir başka düğmeye bastım fakat konsepte uyan herhangi bir müzik parçası da yoktu. Çocuklara hak verdim.

Ama sonra tekrar uyuz oldum ve az önce evde pötü bör püskevüt olmasına rağmen sırf gıcıklığına ablamın bizde unuttuğu ikizlere ait cici bebe bisküvileri çaya batırıp bir güzel yedik. Ne de olsa intikam cici bebe püskevütle birlikte içilen sıcak bir çaydı… Bitti bu kadar.

Ev sahibinin misafire ettiği

Sevgili günlük,

Bayram dolayısıyla artan ev ziyaretleri, varlığını unutmaya başladığım bir korkunun yeniden gün yüzüne çıkmasına sebep oluyor. Bir yere misafirliğe gittiğimizde yanımızda hediye niyetine götürdüğümüz baklava olsun dondurma olsun çeşitli yiyeceklerden ikram edilip edilmeyeceğine ilişkin yaşadığımız ikircikli durumdan bahsediyorum. İster ayıpla, ister aşağıla ama durum bu sevgili günlük. Yalan değil, ne zaman misafirliğe gittiğim eve, yanımda meyve, dondurma, tatlı, duruma göre kuru pasta götürsem gergin bekleyiş başlıyor. İkram edecek mi etmeyecek mi? Unuttu mu, unutmadı mı? Düşün dur işin yoksa. Hayır yani ev sahibi ne var ne yoksa ikram ediyor Allah’ı var da, benim aklım fikrim kendi getirdiğimde nedendir bilinmez. Yemek yenir, çay içilir ve artık o an gelmiştir. Ama yok anam yok, gelmez bir türlü o ikram.
Zaman zaman konuya girmek için çeşitli taktikler denense de ekseriyeti başarısızlıkla sonuçlanır. Örneğimize bakalım:
Giderken en kalitelisinden dondurma alınmıştır ve…
-Yemekten sonra tatlı ağır geliyor da dondurma çok rahatsız etmiyor.
-Öyle vallahi dondurma en hafif tatlı. Diyetisyenler bile öneriyor dondurmayı.
-Hıııı. Evet öyleymiş.
Ve sessizlik…
Ha bir de hediye olarak yanınızda getirdiğiniz paketin arada kaynaması gibi bir durum da vardır ki düşman başına. Şayet eve giriş yaptığınız an, ev sahibesinin ‘oğlum koş kapıya bak, kızım çorbayı bir karıştır altı tutmasın, Faruk sen de misafirlere terlik çıkar dolaptan’ şeklinde bol aksiyonlu bir zamana denk gelmişse, yanınızda getirdiğiniz hediyenin arada kaynaması işten bile değildir. Eliniz boş gelmediğini belirtmek için türlü atraksiyonlara girersiniz tüm kişiliksizliğinizle:
-Necla abla şunu da masanın üzerine bırakıyorum, haberin olsun.
-Ay ne iyi ettiniz de geldiniz valla
-İyi oldu hakkaten, elimdekini diyorum, masanın üzerine bırakıyorum
-Ablan niye gelmedi aşkolsun.
-Mesaiye kaldı o, sen şunu al da buzluğa koy istersen, erimesin
-Ay ne gerek vardı (nihayet!!!!)
Durum bu, sevgili günlük. Böyle durumlarda yanımda getirdiğim şeyden tadamamanın derin üzüntüsünü yaşıyor, sonra annelerin saklama kabı tutkusu yüzünden defalarca hayalkırıklığına uğrayan evin en ergen delikanlısını düşünüp seviniyorum. Düşünsene lan günlük, şuursuzca buzluğa kaldırılan o dondurmanın gün gelip ‘yok yok, kesin içinde brokoli ya da haşlanmış karnıbahar vardır’ deyip vazgeçen sonra ‘dur lan gene de bir bakayım’ diye geri dönüp gerçek bir dondurmayla karşılaşan ergene kattığı mutluluğu.
Sonra yaşadığım korku ve endişe dolu dakikalar aklıma geliyor ve içimden ‘ergen de zıkkımın kökünü yesin’ diyerek bundan sonraki ev ziyaretlerimde yanımda ‘kimbilir bize hangi uzak akraba tarafından hediye edilmiş’ evde hazır paket halde bulunan borcam’lardan birini alıp gitmeye karar veriyorum. Evet en temizi borcam. Borcamı ne mi yapacaklar? Tabi ki onlar da misafirliğe gittikleri bir başka yere götürecekler hediye niyetine…

İlahiyatçılara sorulan sorulardaki inanılmaz değişim

Sevgili Günlük,

Ramazan başladığından beri aklıma takılan iki konu var. İlki, Beşinci Boyut dizisinde dudağının kenarına iliştirdiği yandan gülümsemeyle bugüne kadar insanlığa yüzlerce sosyal içerikli kişisel gelişim şeyi şey eden Salih karakterine ne olduğu, ikincisi de televizyondaki iftar ve sahur programlarına konuk olan ilahiyatçılara sorulan sorulardaki inanılmaz değişim.

‘Hocam bu soruyu hususi sormamı istediler. Ojeylen namaz kılınabilir mi hocam?’ tadında sorular hala mevcudiyetini koruyor lakin çok egzantrik sorular da gelmiyor değil zaman zaman asabileşebilen pek değerli ilahiyat profesörlerine. Buyurun örnek üzerinden gidelim:


-Hocam, erkekken kadın olmuş bir kişi, camide yanınızda namaz kılarken eli elinize değerse namaz bozulur mu? (Yalanım varsa kaynanam ölsün sevgili günlük)

Bana kalsa ilahiyatçı hoca, en derininden bir nefes alıp verip ‘erkekken cinsiyet değiştiren birinin camide namaz kılarken sizin yanınıza denk düşüp üstüne üstlük elinin de sizin elinize değme olasılığının milyonda kaç olduğunu biliyor musunuz?’ şeklinde soruya soruyla cevap verme eğilimine gitse gayet de karizmatik olurdu. Gel gör ki sorulara cevap verme konusunda otomatiğe bağlayan hocamız sanki her gün bu tip olaylarla karşılaşıyormuşçasına bir çırpıda birşeyler deyiverdi, şaşırdım kaldım Allah canımı almasın.

Bir diğer soruya bakalım şimdi de:
-Hocam, iyi geceler. Mekanınız cennet olsun hocam. Hocam ben gelinimin ziynet eşyalarını ödünç aldım. Zekatını benim mi vermem lazım yoksa gelinimin mi?
Hocadan ‘zekatı gelinin ödemesi lazım’ cevabını alan ablamız yüzünde beliren gülümsemeye engel olamamaktadır. Yüzde beliren tebessümün nedeni biraz ‘iyi bari zekattan yırttık’ düşüncesi ise biraz da ‘Ne orijinal soru sordum ama. Acayip havam oldu. Kıskanç Nezahat da izliyordur inşallah” hissiyatıdır.

Neyse saygıdeğer günlük. Gördüğünüz gibi sorular hiç de fena değil. Ramazan’a özel soruların ‘Hocam bayanların kaş alması günah mıdır’dan üstte örneğini verdiğim oldukça karmaşık yapılı, üniversite sınavında sorulsa doğru cevap veren öğrenciyi diğerlerinin 4-5 puan ilerisine taşıyacak nitelikte bir yapıya evrilmesinin altında ne olabilir sorusunun cevabı ise gizemini koruyor.

Bu tip sorulara bitmek bilmeyen bir sabırla cevap veren hocalarımızı her ne kadar takdir etsem de bu gibi durumlarda gözlerim Zekeriya hocayı aramıyor desem yalan olur. Zekeriya Beyaz böyle bir durumda nasıl cevap verirdi buyurun izleyelim:

-Hocam, oruçlu birinin küfür etmesi orucu bozar mı hocam?
-Bakın bunlar hurafedir, vesvesedir. Bunlara itibar etmeyiniz. Aklınızı peynir ekmekle mi yediniz?
-Hocam onu soracaktım ben de. Aklını peynir ekmekle yemek orucu bozar mı?
-Efendim bunlar Hıristiyanlık propagandası yapmaktadırlar, itibar etmeyiniz lütfen. Şimdi dağılın, sahurumu yapcam ben…

İstanbul'un kenar süsleri, başıma da konuyor aman martı kuşları

İstanbul’da yol kenarlarında ‘ilkokulda defterlerimizin sol tarafına işlediğimiz kenar süsü’ kıvamında yapılan süsleme çalışmalarını görünce yaptığı imar planlarıyla şehirde yeşil alan bırakmayan belediyeye olan kızgınlığımı bir an unutuyorum. Aslında özünde iyi bir belediye! O nasıl güzel süsler? Yaldızlı, kalpli filan. Bazılarında ortadan su da akıyor. Kuşlar, böcekler… Baktıkça insanın içi açılıyor hakikaten.

Metrobüste cool tavrını korumaya çalışmak

Sevgili Günlük,

Metrobüste insanlar yer kapabilmek için birbirini ezerken, ben cool tavrımdan ödün vermemek adına azami gayret gösteriyorum. Her sabah kapılar açılır açılmaz başlayan sandalye kapma oyununu ‘come on beybi, bunlar çok basit şeyler’ ifadesinin eşlik ettiği üstten bir bakışla izliyorum. Filhakika ben de yer kapmayı deliler gibi istiyor, yer bulamadığım zaman ise ayak serçe barnağımı sandalyeye çarpmışçasına acı çekiyor, lakin iç dünyamda esen bu fırtınayı dışarıya katiyyen yansıtmıyorum. Bu gibi durumlarda en büyük yardımcım, yüzüme yerleştirdiğim ‘Erol Evgin’ ifadesi oluyor. Zira bilenler bilir, o ifadenin karşılığı kâh ‘durun arkadaşlar üç günlük dünya için birbirimizi kırmaya değmez’ olurken kâh ‘hepimiz kardeşiz, lalalalala’ olur. İşte öyle bir şey…

İşte yine bir gün ben bu ifadeyle metrobüse binerken bu rahat tavrım bazı arkadaşları kızdırmış olacak ki, yavaşlığım yüzünden ayakta kalan iri kıyım yolculardan birinin ‘tuuu A
llah belanı versin’ bakışıyla karşılaştım. Sanırım onun da bu gibi durumlarda en büyük yardımcısı yüzüne yerleştirdiği ‘Kadir İnanır’ ifadesi oluyordu ki biri havaya kalkık iki kaşın eşlik ettiği en sert bakışlısından bir çift göz karşısında içimdeki Erol Evgin, ‘hepi topu 25 dakikalık bir yolculuk, ha oturmuşum ha oturmamışım, birbirimizi kırmaya değmez’ minvalinde bir şeyler geveledi. Karşılığında aldığım ‘evinin kadını çocuklarının anası olacaksın’ bakışına bir anlam veremesem de derhal yerimden kalkarak koltuğumu iri kıyım arkadaşa devrettim. Kadir abinin ‘ha şöyle, kalk bakalım’ bakışını üzerime hiç alınmayarak ‘rica ederim beyefendi lütfen buyurun siz oturun’ dedim zaten çoktan oturmuş olan iri kıyım arkadaşa. “Eeee zırvalamayı kes beaa’ bakışını da görmezden gelerek ‘evet gerçekten bu devirde kimse kimseye yer vermiyor, çok haklısınız beyefendiciğim’ dedim.

Sonra zırvalamayı kesip Erol Evgin ifadesini tekrar yüzüme yerleştirdim. Ve ‘oturmanın hiç önemi yokmuş’ gibi davranmaya devam ettim. Ta ki şöförün hemen arkasındaki koltuktaki hareketliliği fark edene kadar. En arkada olmama rağmen var gücümle önde boşalan koltuğa doğru koşup cam kenarındaki boş yere yerleştim. Telefonumun kulaklığını takıp bir yandan müzik dinlerken bir yandan da camdan dışarı uzak ufuklara doğru derin mi derin bir bakış atmaya başladım. Dışarıdan beni gören Erkan Oğur dinlediğime yemin bile edebilirdi. Halbuki radyoda Burhan Çaçan’dan ‘bir mumdur iki mumdur’ çalıyordu.

Sence ben kötü biri miyim?

Bir evladın feryadı

Babaların belli bir saatten sonra tam da ailenin biricik evlatları televizyon izlerken ya da kitap okurken laaps diye odaya gelip yoğurt, meyve ve ağız şapırdatan bilimum şeyleri yemesinin yurt genelinde yasaklanması konusunda yeni anayasa taslağına bir madde konulmasını teklif etmeyi düşünüyorum. Yataktan hayalet gibi kalkararak ‘sen hala uyumadın mı’ diyip robot gibi geri dönen anneleri de Umut Sarıkaya’ya havale ediyorum.

Bir kanal isterim, gök mavi dal yeşil olsun...

RTÜK Başkanı Davut Dursun’a göre Türkiye’de 500 küsür televizyon kanalı yayın yapıyor. Bu 500 kanalı toplasan bir kanal etmiyor o ayrı. Fakat misal şöyle bir yayın akışına sahip bir kanal olsa seyrederim ben kesinliklen. Her kanaldan izlenebilitesi yüksek programlardan oluşturulacak bir kanal olsa yemin ediyorum tadından yinmez. Buyrun hayrını görün: TRT’den Leyla ile Mecnun ve Ömür Dediğin, ATV’den Kenan Işık’la Kim Milyoner Olmak İster?, Blooomberg TV’den Kelime Oyunu, Star TV’den İşler Güçler, Habertürk’ten Anahaber Bülteni, NTV’den Yeşil Ekran, Kemal Sunal filmleri, arada bir de eski Yeşilçam salon filmleri, Kanal D’den Akasya Durağı ve STV’den Gereği Düşünüldü. Tamam son ikisi şakaydı fakat diğerlerinden oluşacak bir kanal hiç fena olmaz ne dersiniz? Ben buradan yetkililere seslenmek istiyorum. Canımdan çok sevdiğim yetkililer, izlenmeye değer bir şey bulmak uğruna zap yapmaktan ellerimizde derman, kumadamızda pil kalmadı. Kurtarın bizi bu dertten. Bir de Leyla ile Mecnun dizisinin yaz tatiline girmesini yasaklayabilir misiniz? Zor durumdayız çünkü.

Adres sorulduğunda ben de oraya gidiyorum zaten diyen Türk


Türk insanına özgü ‘bugün nedeni hala çözülememiş’ doğa üstü durumlardan biri. Şimdi çık dışarı, yoldan birini çevir ve “Hocam, Abuzittin caddesi ne tarafta” diye sor, cevabı ‘Ben de oraya gidiyorum zaten’ olmazsa gel beni bul. O kadar da kesin konuşuyorum. Neden mi? Arkadaş, Almanya’da bile bunlarla karşılaştım ben. Efendime söyleyim, bir gün Mönchengladbach’tan Gelsenkirschen’e gidiyorum. Şaka lan şaka Frankfurt’ta Höchst diye bir yere gidiyorum, hep o iki şehri bir cümle içinde kullanmak istemiştim, mazur gör sözlük. Neyse işte trenden indim hemen birini gözüme kestirip yaklaştım ve Hannover aksanlı Almancam ile “Gutın abend Herr Müller. Vi kan ih auf die schiller-wolfgang-konrad adaneur strasse gehen” dedim. “Ah zo, ben de oraya gidiyorum frolayn, buyrun beraber gidelim” demez mi. Abbooo, şaşırdım kaldım yemin ediyorum. Gene karşıma çıkmışlardı. Halbuki ben onlardan kaçmak için kalkıp Almanyalara gelmiştim. Çünkü onlar yüzünden yön duygum gelişmedi benim tamam mı? Kime bir adres sorsam, kime bir cami sorsam hep zaten oraya gidiyorlardı. Ve sağıma soluma dikkat etmeden hep onları takip ettim. Neticede sağını solunu bile karıştıran, yön duygusu sıfır bir insan olup çıktım. Halbuki ne hayallerle gelmiştim Almanya’ya. ‘Entşuldigen zi bitte, wie kann ih sum bahnhof gehen, wie kann ih sum zart zurt şıtrase gehen? diye sorular soracak, karşılığında alacağım “naah sıvay hundert meta bigın zi reht ab” cevabıyla kendimi yollara vurup kah kaybola kah düşe kalka yolumu bir şekilde bulacak ve memlekete ‘Camiyi arkana al, 200 metre kadar yürü, oradan sağa dönüp 100 metre kadar daha git. hiç bir yere sapmadan” filan şeklinde adres bilgisi veren yön duygusu kuvvetli bir insan olarak dönecektim. Gitmişken bir ev bir araba parası biriktirmeyi de düşündüm anlamsızca. Fakat hiçbiri olmadı. Olamadı. ‘Ben de oraya gidiyorum zaten” diyen Türk, orada da bulmuştu beni. Hayata dair bütün umutlarımı yitirip gerisin geri döndüm Türkiye’ye. Şimdilerde biri adres sorduğunda “dümdüz git biraz yürü orada bir eczane var oradan sağa, yok sağa değil, sola dön. En iyisi sen biraz ilerle orada kime sorsan gösterir” diye sallıyorum yön duygum olmadığını ele verrmemeye çalışarak..

Bu arada, evet Frankfurt’ta Höchst diye bir yer var.

Şifonyer yapıp usta olmaya karar vermek

Nasıl ki bir konsere gittiğinizde ‘ben de bir enstrüman çalaydım fena mı olurdu’ şeklinde düşüncelere dalıp hemen akabinde kendinizi ‘efendime söyleyim bir ney üflerken veyahut ateş başında bir grup gencoya gitarınızla ‘akdeniz akşamları’ çalarken hayal edersiniz ya, ben bu ergen hayallerini aştım arkadaş. Artık daha sağlam hayallerim var. Usta olmak istiyorum ben usta, tamam mı?

Herşey İkea’dan parça parça alınan odunların evde birleştirilip gerçek bir şifonyere dönüştürülmesine katkıda bulunmamla başladı. Bu arada bu bile şifonyerin tam olarak ne olduğunu öğrenmeme yetmedi o ayrı. Şifonyer de “baldız, elti ve görümce’ gibi öğrenilip öğrenilip unutulan kelimeler listemde sonsuza kadar kalacak, hissediyorum.

Her neyse şimdi ben bu şifonyer denen zımbırtıyı öyle parça parça görünce ‘yok daha neler, bunlar şimdi böyle hem de bizim elimizde vidayla, zartla, zurtla biraraya gelecek de içine donlarımız olsun pijamalarımız olsun çeşitli eşyalarımızı koyacağımız bir ev eşyasına dönüşecek, ölme eşeğim ölme’ der demez şifonyerin sahibi arkadaşımdan rahatlatan açıklama geldi: “Yok valla öyle zor görünüyor ama bir saat bilemedin 1.5 saat sonra tamamdır, hem de çok eğlenceli”. ‘Hem de çok eğlenceli’ kısmına biraz kuşkuyla yaklaşsam da paçalarımı ve de kollarımı sıvayarak işe giriştim. Bu arada evde ustalar da aynı dakikalarda boya, badana, tesisat gibi işlerle uğraşıyordu. Ben bir yandan arkadaşımın ‘şimdi bunun tepesinde üç delik olduğuna göre iç tarafta kalan kısım bu olmalı, tombul başlı vidalardan takmak lazım buna’ şeklindeki önermesine ‘Anladımm’ ‘evet’ ‘inşallah’ gibi sözlerle karşılık verip aslında bir halt anlamadığımın üstünü örtmeye çalışırken bir yandan da kaçamak bakışlarla ve evet itiraf ediyorum kıskançlıkla ustaları izliyordum.

Biz iki acemi, hepi topu bir şifonyer ile uğraşırken onlar nasıl bir el çabukluğu, nasıl bir huzur ve nasıl bir kendine güvenle evin içini ‘gerçek bir yuva’ya çeviriyordu. Bir sanatçı edasıyla boya badana yapıyor, derviş misali sabırla sıva yapıyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar ne de güzel söylemişti hem: “Kendi eliyle çalışmak ruhu tasfiye eder, insanı Allah’a yaklaştırır. Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın!” Artık emindim, bu dünyada usta olmak vardı.

Tüm bu duygularla kendimi işime vermişken bir baktım ki o odun parçaları baya baya bir ev eşyasına benzemeye başlamıştı bile. Terapide gibiydim. Bütün gün ‘o onu demiş, bu bunu demiş’ hiiç biri yok aklımda. Aklım fikrim ‘üstte üç delik varsa onun üzerine gelecek kalasın altında da üç delik olmalı, Du bakayım aha buldum galiba’ filan. Ve o an karar verdim: Şifonyeri monte etmekten aldığım huzuru hiçbirşeyden almadım arkadaş. Şifonyer yapmıyor adeta Bob Ross’la resim sevinci yaşıyordum. Sonra şifonyer monte etmekle gerçek bir usta olmanın arasındaki o müthiş bağlantıyı keşfettim. Evet ustalığa bir adım atmıştım sanki. Ve hemen havaya girmeye başlamıştım bile. Parçaların kalitesizliğinden bahsediyor. İkea’nın monte aşamasını açıklayan broşürüne bok atıyordum. ”İstersen yarına hemen hallederim, sorun değil ama iki haftada yanlardan esneme yaparsa karışmam” şeklinde kapris kokan cümleler kuruyordum. Bir ara evin sahibine ‘bana böyle kullanılmayan bir kap getir’ cümlesini bile kurdum anlamsızca.

Sadece ben mi? Şifonyerin ve doğal olarak evin de sahibi olan o narin kız gitmiş, yerine ağzının kenarına yerleştirdiği çivi ile ‘bana ordan iki tane daha kap getir, köşelerin sağlam olması lazım ki potluk yapmasın, bunu böyle kompile çivilemek lazım’ diyen, kıvrak bir hareketle cebinden o envai çeşit vidalardan en ‘daha önce hiç görmediğim’i sıkıştırmaya yarayan zımbırtıyı çıkarıveren’ bir usta gelmişti. Biliyordum o da benim ve birçokları gibi aslında usta olmak istiyordu. Peki neydi usta olmayı hepimizin hayallerine yerleştiren şey? Ben ne olduğunu buldum lan sözlük. Biraz o ‘dünya yansa umursamaz cool’ havalarıysa en çok da ustaya müthiş bir karizma katan ‘kulak arkasına konulan kontrol kalemi’ydi. Evet oydu. Bir de dinlenmek için verilen molalarda evin sahibi tarafından ikram edilen çay, kurabiye duruma göre lahmacun.

Ben yine bütün bu duygularla kendimi işime vermişken ‘ee yeter be saat 10 oldu, hastamız var bizim. Çok ses yapıyorsunuz’ diyerek alt kattaki ev sahibi geldi. Derdi, gürültü filan değildi. Basbayağı kıskanıyordu. Çünkü o da usta olmak istiyordu…

Devlet hastanesinde refakatçi olmak (2)

Çevrenizde olup bitenlere mizahi açıdan bakabiliteniz yüksekse, hastane koğuşları bolca malzeme barındırır, bolca boş vakti bulunan refakatçi için. Efendime söyleyim bu gözler guatr ameliyatından çıkan kadına ‘aslında senin konuşmaman gerek’ diyip akabinde kendisini soru yağmuruna tutan hasta yakınları mı görmedi, tek kelime etmeden koğuşa girerek yine tek kelime etmeden aynı kadına, diğer 5 hasta ve refakatçilerinin gözünün önünde tam beş tane nal kadar altın ‘bilerzik’ takan ve Ferhat Güzel’e aşırı derecede benzeyen ‘maço fakat duygusal’ bir eş mi görmedi.

Amaan neler görmedi dostlar neler?

Sivaslı Hatice teyzeye ‘senin neyin vardı teyze?’ diye soruyoruz. uzandığı yataktan doğrulup başındaki tülbentini bu zamana kadar belki de yüzlerce kez aynı işlemi yapmış olmanın sağladığı kıvrak bir hareketle düzeltip az biraz öne doğru eğilerek cevap veriyor. Baş parmağı ile işaret parmağını uç uca getirip daire şekli yaparak şu cümleyi kuruyor: “Dohtor bana dedi ki, “bah dedi bağursak normalde böyledir, seninki olmuş aha böyle” deyip ani bir hareketle işaret parmağını aşağı kaydırarak daireyi küçültüyor. Aklımızdan ‘bildiğin kabızlık işte canım” düşüncesi geçiyor. gülümsüyoruz. ‘Öğle ezanı okundu mu’ diye sorup tekrar uzanıyor. ‘Daha bir saatten fazla var’ dememize aldırmadan her 10 dakikada bir kalkıp ‘öğle ezanı okundu mu’ diye sormaya devam ediyor. Biz de “yok teyze daha var” diye cevap veriyoruz son 10 dakika kalana kadar. Allahtan ezan okunuyor. İkindi ezanının okunmasına yaklaşık bir saat kalasıya kadar biraz nefes alıyoruz.

Derken yüzlerindeki ciddiyetten ellerinde tuttukları kağıtlarda ‘dünyaya yaklaşmakta olan göktaşını etkisiz hale getirecek planın’ yazılı olduğunu düşündüğümüz iki sevimli (!) hemşire giriyor içeri. Tek tek hastalara ‘kaç kilosun?’ boyun kaç?’ ‘son zamanlarda kilo verdin mi?’ ‘en son ne zaman adet gördün?’ gibi sorular soruyor. Sıra bizim hatice teyzeye geliyor. Tabii ki ‘valla en son…, tam bilemem ama …., valla yalan olmasın’ diye başlayan ve gayet de net olmayan cevaplar geliyor.

-Teyze kaç kilosun?
-Valla en son 63 idim.
-Son zamanlarda kilo verdin mi, kaç kilo verdin?
-Kilo verdim. kesinkes verdim fakat kaç kilo verdim bilemem.
O sırada ellerindeki hesap makineleriyle tahminen kilo boy hesabı yapmakta olan ve kesinlikle hatice teyzeyi dinlemeyen hemşirelerin buz gibi bakışlarına aldırmaksızın teyzemiz konuşmaya devam eder:
-Ben geçen ay imreye (umre) gittim. Orda mutlaka kilo vermişimdir. Hava çok sıcak sabahtan akşama kadar da dışarıda idim kesin kilo verdim de kaç kilo verdim bilemem.
-Boyun?
-Boyumu bilmem yavrım.
Hemşireler tahminen belirledikleri boy ile kilo arasında hesap yapmaktadır. O sırada Hatice teyze bombayı patlatır:
-Kaç kilo verdiğim belli mi orada?
-Kaç kere hamile kaldın?
Teyzemiz saymaya başlar. 6,8,10,12… neyse ki 16’da durur. 6’sı yaşıyordur. Diğerleri doğduktan sonra çeşitli sebeplerle ölmüştür.

Hemşireler gittikten sonra hatice teyzeye ‘yav senin ömrün hamilelikle geçmiş’ diye sesleniriz. “Gençliğim çocuk doğurmakla geçti yavrum” şeklinde hüzünlü bir cevap gelir.  Finali ise ‘eşin yaşıyor mu’ sorusuna elini havaya doğru sallayıp yüzünü de ekşiterek ‘yaşşıyor’ diye cevap vererek yapar.

Hastaneden insan manzaralarından bahsedilir de hasta bakıcılardan söz etmemek olur mu? Hasta bakıcılar kelimenin tam manasıyla hastanenin kralıdırlar. 6 kişilik tıklım tıkış odaya ameliyat bekleyen yedinci hasta gönderileceğini öğrenen refakatçilerin aklından aynı şey geçmektedir: “hass…..” Fakat denilen olur ve yedinci hasta için sandalye arayışına girilir. Bulunmayınca refakatçilerin sahip olduğu yegane şeye göze dikilir. Sandalyesini vermek istemeyen hasta yakını ‘kalk kalk kalk benimle pazarlık mı yapıyorsun” diyerek azarlanır. dır dır dır…Ameliyat için aç kalmak suretiyle üç dört gün sıra bekleyen hastalar, ameliyata 3 dakika kala ‘çabuk çabuk çabuk ameliyata giriyorsun’ diye acele ettirilir. Bakkala gönderir gibi ameliyata gönderilir hastalar, tuvalete bile gitmesine izin verilmeden.
Fakat sorun değildir. Hasta katiyyen ameliyattan korkmamaktadır. Bir an önce operasyon geçirip eve dönmek istemektedir. “Ameliyattan korkmam devlet hastanesinde bir gün bile fazla kalmaktan korktuğum kadar” diyerek kullanılmaktan rengi soldukça solmuş bir battaniye ile üstü örtülerek ameliyathanenin yolunu tutar. Refakatçi ise yüzünde oluşan gülümsemeye engel olamamaktadır…

Devlet hastanesinde refakatçi olmak (1)

Bir çok şey demektir ama en çok da plastik sandalye üzerinde geçirilen uzun saatler demektir. Yer, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin dördüncü cerrahi bölümü. Altı hasta artı altı refakatçiden toplam oniki kişinin aynı anda nefes alıp verdiği, aynı boş bakışlarla birbirini süzdüğü kadınlar koğuşu, görüp görebileceğiniz, kalıp kalabileceğiniz en berbat koşulların hüküm sürdüğü hastane ortamıdır. Burada ameliyata girmek, mahkemeye çıkmak; taburcu olmak ise tahliye olmak demektir. Normal şartlarda ameliyat olmaktan biraz olsun çekinmez mi insan? Burada hastalar ameliyat olmak için can atarlar. Zira ameliyat demek biraz ağrılardan kurtulmak demekse biraz da koğuş ortamından kurtulmak demektir. Refakatçiler de bir an önce iyileşip çıkması için yakınlarının gözünün içine bakarlar. tahliye pardon taburcu olanlara kıskançlıkla, yeni gelenlere ‘Allah kurtarsın kardeş’ dercesine bakılır.

Şayet durumu çok ciddi değilse hastalardan bile zordur refakatçilerin durumu. Devlet hastanesinde refakatçi iseniz, “sizin hastanızın nesi vardı?”, “teyze ameliyat oldu mu?”, “teyzenin kızı mısınız, çok benziyorsunuz” şeklinde bıkıp usanmadan sorulan aynı sorulara cevap verir, doktorlardan, hemşirelere, stajyerlerden, hastabakıcılara tüm sağlık personelinin azarlamalarına maruz kalırsınız. 16-17 yaşındaki ergen stajyerlerin dahi yetmiş küsür yaşındaki teyzelere ve amcalara ‘senin dosyan nerde bakıyım?’ ‘miden ağrıyor mu hala?’, ‘kalk da serumunu takıyım’ şeklindeki senli benli muhatap olmalarına şahit olur bir süre sonra şaşırmaktan da vazgeçersiniz. Buradaki herkes o kadar meşguldür ki kibarlığa harcayacakları zamanları asla ve asla yoktur. Hemşirelere biraz korku, az buçuk mahcubiyet en çok da neden bilinmez ‘suçluluk duygusu’nun eşlik ettiği ve kesinlikle size ait olmayan bir ses tonuyla ‘pardon hemşire hanım benim hastamın serumu bitti de” şeklinde yönelttiğiniz soru-rica karışımı ifade buz gibi bir ‘bekle biraz’ cevabıyla karşılık bulur. Tırıs tırıs plastik sandalyenize geri döner, hemşirenin en ufak bir göz teması kurmadan gelip hastanızın serumunu takacağı anı beklersiniz.

Refakatçi olmayı katlanılır kılan yegane şey ise diğer refakatçilerin varlığıdır. Uykusuzluk, yorgunluk ve -yine nedendir bilinmez- suçluluk duygusunun eşlik ettiği benzer yüz ifadesine sahip refakatçiler topluluk psikolojisinden olsa gerek bir iki münferit vaka dışında adeta bir dayanışma içine girer. ‘Sizin hastanın nesi var’ şeklindeki muhabbete giriş cümlesi, ilerleyen saatlerde yerini ‘seninki birşey mi bizim onuncu gün oldu’, ‘sizin ameliyat açık mı olacak, kapalı mı?’ ‘başka kızı yok mu teyzenin?’ ‘şu karşıdaki teyzenin yanındaki kim? gelini miymiş? bak ne iyi gelinler var?’ şeklinde ifadelerin bolca geçtiği diyaloglara bırakır. Daha ilerleyen vakitlerde ise muhabbete çay-sigara molalarında devam edilir. Daha da ilerleyen vakitlerde sonrasında hiç görüşmeyeceklerini bile bile birbirinden telefon numaraları alınır, ‘ay mutlaka ara bak allasen’ sözleri eşliğinde. Ameliyattan çıkan teyzeler yüzlerine biraz kan gelir gelmez bekar oğullarına kız beğenir, asli görevlerini hatırlayarak. Zira bilenler bilir bekar oğlu olan teyzelerin birinci vazifesi kendilerine münasip bir gelin bulana kadar ilelebet mücadele ve mücahede etmektir.

Gecenin ilerleyen vakitlerinde refakatçi için en zor zamanlar başlar. Söndürülen ışıklar, gündüzki keşmekeşin yerini bıraktığı sessizlik, koğuşlardan arada sırada yükselen inlemeler, uyku zamanının gelip çattığını haber verir refakatçiye. Lakin uyumak için sahip olduğun tek şey normal zamanlarda yarım saat bile kesintisiz oturmayı tercih etmeyeceğin plastik sandalyedir. Önce ayağını hasta yatağının kenarına dayayıp uyumaya çalışırsın, ilerleyen saatlerde ise başını. Hasta yatağının kenarına gece boyunca önce ayaklar sonra baş, sonra yine ayaklar daha sonra tekrar baş dayanır dayanmasına da uyku denilen meret inat eder girmez bedene. Ayak-baş değiş tokuşunun ardından vücut iyice yorgun düşer ve tam uykuya dalacakken hemşire gelir serum değiştirmeye. Hemşirenin gidişi ile ayak-baş talimi yeniden başlar. Ve yine tam uykuya dalmışken bu kez temizlik görevlileri dalar içeri kovaları ve fırçalarıyla. Pes edersin. Ne hasta bekler sabahı. Ne taze ölüyü mezar! Ne de şeytan bir günahı. Benim nöbeti devralacak yakınımı beklediğim kadar!  dizeleri dökülür dudaklarından…