Nasıl ki bir konsere gittiğinizde ‘ben de bir enstrüman çalaydım fena mı
olurdu’ şeklinde düşüncelere dalıp hemen akabinde kendinizi ‘efendime
söyleyim bir ney üflerken veyahut ateş başında bir grup gencoya
gitarınızla ‘akdeniz akşamları’ çalarken hayal edersiniz ya, ben bu
ergen hayallerini aştım arkadaş. Artık daha sağlam hayallerim var. Usta
olmak istiyorum ben usta, tamam mı?
Herşey İkea’dan parça parça
alınan odunların evde birleştirilip gerçek bir şifonyere
dönüştürülmesine katkıda bulunmamla başladı. Bu arada bu bile şifonyerin
tam olarak ne olduğunu öğrenmeme yetmedi o ayrı. Şifonyer de “baldız,
elti ve görümce’ gibi öğrenilip öğrenilip unutulan kelimeler listemde
sonsuza kadar kalacak, hissediyorum.
Her neyse şimdi ben bu
şifonyer denen zımbırtıyı öyle parça parça görünce ‘yok daha neler,
bunlar şimdi böyle hem de bizim elimizde vidayla, zartla, zurtla
biraraya gelecek de içine donlarımız olsun pijamalarımız olsun çeşitli
eşyalarımızı koyacağımız bir ev eşyasına dönüşecek, ölme eşeğim ölme’
der demez şifonyerin sahibi arkadaşımdan rahatlatan açıklama geldi: “Yok
valla öyle zor görünüyor ama bir saat bilemedin 1.5 saat sonra
tamamdır, hem de çok eğlenceli”. ‘Hem de çok eğlenceli’ kısmına biraz
kuşkuyla yaklaşsam da paçalarımı ve de kollarımı sıvayarak işe giriştim.
Bu arada evde ustalar da aynı dakikalarda boya, badana, tesisat gibi
işlerle uğraşıyordu. Ben bir yandan arkadaşımın ‘şimdi bunun tepesinde
üç delik olduğuna göre iç tarafta kalan kısım bu olmalı, tombul başlı
vidalardan takmak lazım buna’ şeklindeki önermesine ‘Anladımm’ ‘evet’
‘inşallah’ gibi sözlerle karşılık verip aslında bir halt anlamadığımın
üstünü örtmeye çalışırken bir yandan da kaçamak bakışlarla ve evet
itiraf ediyorum kıskançlıkla ustaları izliyordum.
Biz iki acemi,
hepi topu bir şifonyer ile uğraşırken onlar nasıl bir el çabukluğu,
nasıl bir huzur ve nasıl bir kendine güvenle evin içini ‘gerçek bir
yuva’ya çeviriyordu. Bir sanatçı edasıyla boya badana yapıyor, derviş
misali sabırla sıva yapıyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar ne de güzel
söylemişti hem: “Kendi eliyle çalışmak ruhu tasfiye eder, insanı Allah’a
yaklaştırır. Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın!” Artık
emindim, bu dünyada usta olmak vardı.
Tüm bu duygularla kendimi
işime vermişken bir baktım ki o odun parçaları baya baya bir ev eşyasına
benzemeye başlamıştı bile. Terapide gibiydim. Bütün gün ‘o onu demiş,
bu bunu demiş’ hiiç biri yok aklımda. Aklım fikrim ‘üstte üç delik varsa
onun üzerine gelecek kalasın altında da üç delik olmalı, Du bakayım aha
buldum galiba’ filan. Ve o an karar verdim: Şifonyeri monte etmekten
aldığım huzuru hiçbirşeyden almadım arkadaş. Şifonyer yapmıyor adeta Bob
Ross’la resim sevinci yaşıyordum. Sonra şifonyer monte etmekle gerçek
bir usta olmanın arasındaki o müthiş bağlantıyı keşfettim. Evet ustalığa
bir adım atmıştım sanki. Ve hemen havaya girmeye başlamıştım bile.
Parçaların kalitesizliğinden bahsediyor. İkea’nın monte aşamasını
açıklayan broşürüne bok atıyordum. ”İstersen yarına hemen hallederim,
sorun değil ama iki haftada yanlardan esneme yaparsa karışmam” şeklinde
kapris kokan cümleler kuruyordum. Bir ara evin sahibine ‘bana böyle
kullanılmayan bir kap getir’ cümlesini bile kurdum anlamsızca.
Sadece
ben mi? Şifonyerin ve doğal olarak evin de sahibi olan o narin kız
gitmiş, yerine ağzının kenarına yerleştirdiği çivi ile ‘bana ordan iki
tane daha kap getir, köşelerin sağlam olması lazım ki potluk yapmasın,
bunu böyle kompile çivilemek lazım’ diyen, kıvrak bir hareketle cebinden
o envai çeşit vidalardan en ‘daha önce hiç görmediğim’i sıkıştırmaya
yarayan zımbırtıyı çıkarıveren’ bir usta gelmişti. Biliyordum o da benim
ve birçokları gibi aslında usta olmak istiyordu. Peki neydi usta olmayı
hepimizin hayallerine yerleştiren şey? Ben ne olduğunu buldum lan
sözlük. Biraz o ‘dünya yansa umursamaz cool’ havalarıysa en çok da
ustaya müthiş bir karizma katan ‘kulak arkasına konulan kontrol
kalemi’ydi. Evet oydu. Bir de dinlenmek için verilen molalarda evin
sahibi tarafından ikram edilen çay, kurabiye duruma göre lahmacun.
Ben
yine bütün bu duygularla kendimi işime vermişken ‘ee yeter be saat 10
oldu, hastamız var bizim. Çok ses yapıyorsunuz’ diyerek alt kattaki ev
sahibi geldi. Derdi, gürültü filan değildi. Basbayağı kıskanıyordu.
Çünkü o da usta olmak istiyordu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder