24 Ağustos 2012 Cuma

Neyleyim facebook hesabı olmayan ebeveyni...

Sevgili günlük, arkadaşlarımın babasıyla olsun, annesiyle olsun facebook'tan twitter'dan yazışmasına bir türlü alışamıyorum. Bizimkiler hala elektronik aletlerin tümüne birden televizyon diyor, annem cep telefonundan fotoğraf çekildiğinde kontürünün düştüğünü zannediyor. Babamın internetle tek ilişkisi "kızım köyün fotoğraflarını bilgisayara koymuşlar, aç da bakalım"dan ibaret. Biraz kıskanıyor da olabilirim. Neyse benim şimdi babamın telefonuna bankalardan olsun, turkcell'den olsun ne bileyim mağazalardan olsun, gelen mesajları tek tek okuyup "yok baba bişey, gene turkcell'den gelmiş" diyip silmem lazım. Bu kadar, bitti...

Nutella kapağındaki korkunç sır

Sevgili günlük,

İş güç sahibi bir teyze olarak ikiz yeğenlerimi görmeye mümkün mertebe elimde oyuncaklarla gitmeye çalışıyorum. Gittiğim yerlerden oraya özgü oyuncaklar alıp çocukların farklı dünyalardaki akranlarının nelerle oynadığı konusunda empati şeyetmeleri fena olmaz diye şeyediyorum. Mesela daha geçen ay bir iş gezisi için gittiğim Gelsenkirchen’de Alman iş ortağım Frau Zonderschule’nin tavsiyesiyle Şıtayff marka, üzerinde Bremen Mızıkacıları’nın resminin olduğu birer pazıl aldım zihinsel gelişimlerini şeyeder şeyiyle. Şaka yauuu şaka, Mahmutpaşa’dan üzerindeki 4 farklı düğmeye basınca sırasıyla Tarkan’dan ‘yakalarsam’, Davut Güloğlu’ndan ‘üçtür beştir’, Hadise’den ‘düm tek’ ve kına gecelerinin vazgeçilmezi ‘Damat havası’ çalan süpersonik bir gitar alıp ablamların evinin yolunu tuttum. Elimde toyzeras torbası kadar havalı olmasa da ‘Mesut Kardeşler Oyuncak A.Ş. Mahmutpaşa’ yazan poşet, aklımda ise hediyelerini verince ikiz yeğenlerimin yüzünde oluşacak müteşekkir ifade ile aile içinde sahip olacağım müthiş karizmanın hayali, kapıdan içeri girdim. İkiz yeğenlerimin gözü hemen elimdeki torbaya ilişti. İkizleri çok da heyecanlandırmayım düşüncesiyle biri pembe biri mavi olan iki teknoloji harikası gitarı çıkarıverdim çevik bir hareketle. İkizlerin gözleri parladı hemencecik. Evet istediğim olmuştu. Düğmelere bastıkça, süpersonik gitardan yayılan ‘ken yu fiıl di rıdım in may hart the biits going düm tek tek’ sözleriyle etraflarında dönen bebeler benim de başımı döndürmüştü. Erovizyon heyecanını bir kez daha yaşıyordum adeta. Taa ki bebelerin nutella kavanozunun kapağına odaklanmasına kadar. Acı gerçekle bir kez daha karşılaşmıştım. Evet dünya üzerindeki hiçbir oyuncak kavanoz kapağı, terlik, anneannenin yakın gözlüğü, cep telefonu (kesinlikle oyuncak olanlarından değil), kol saati, ıslak mendil ambalajı türü ıvır zıvır kadar ilgilerini çekmiyordu çocukların. Neydi Allahım neydi bunun sebebi? Yoksa bu çocukların her biri teknoloji düşmanı, doğal yaşam yanlısı çevreci bir örgütün anarşist elemanlarıydı da zamanı gelince dünyayı ele mi geçireceklerdi? Ben bu düşüncelere dalmışken fonda Davut Güloğlu’ndan üçtür beştir çalıyordu. Konsepte uymadığı gerekçesiyle bir başka düğmeye bastım fakat konsepte uyan herhangi bir müzik parçası da yoktu. Çocuklara hak verdim.

Ama sonra tekrar uyuz oldum ve az önce evde pötü bör püskevüt olmasına rağmen sırf gıcıklığına ablamın bizde unuttuğu ikizlere ait cici bebe bisküvileri çaya batırıp bir güzel yedik. Ne de olsa intikam cici bebe püskevütle birlikte içilen sıcak bir çaydı… Bitti bu kadar.

Ev sahibinin misafire ettiği

Sevgili günlük,

Bayram dolayısıyla artan ev ziyaretleri, varlığını unutmaya başladığım bir korkunun yeniden gün yüzüne çıkmasına sebep oluyor. Bir yere misafirliğe gittiğimizde yanımızda hediye niyetine götürdüğümüz baklava olsun dondurma olsun çeşitli yiyeceklerden ikram edilip edilmeyeceğine ilişkin yaşadığımız ikircikli durumdan bahsediyorum. İster ayıpla, ister aşağıla ama durum bu sevgili günlük. Yalan değil, ne zaman misafirliğe gittiğim eve, yanımda meyve, dondurma, tatlı, duruma göre kuru pasta götürsem gergin bekleyiş başlıyor. İkram edecek mi etmeyecek mi? Unuttu mu, unutmadı mı? Düşün dur işin yoksa. Hayır yani ev sahibi ne var ne yoksa ikram ediyor Allah’ı var da, benim aklım fikrim kendi getirdiğimde nedendir bilinmez. Yemek yenir, çay içilir ve artık o an gelmiştir. Ama yok anam yok, gelmez bir türlü o ikram.
Zaman zaman konuya girmek için çeşitli taktikler denense de ekseriyeti başarısızlıkla sonuçlanır. Örneğimize bakalım:
Giderken en kalitelisinden dondurma alınmıştır ve…
-Yemekten sonra tatlı ağır geliyor da dondurma çok rahatsız etmiyor.
-Öyle vallahi dondurma en hafif tatlı. Diyetisyenler bile öneriyor dondurmayı.
-Hıııı. Evet öyleymiş.
Ve sessizlik…
Ha bir de hediye olarak yanınızda getirdiğiniz paketin arada kaynaması gibi bir durum da vardır ki düşman başına. Şayet eve giriş yaptığınız an, ev sahibesinin ‘oğlum koş kapıya bak, kızım çorbayı bir karıştır altı tutmasın, Faruk sen de misafirlere terlik çıkar dolaptan’ şeklinde bol aksiyonlu bir zamana denk gelmişse, yanınızda getirdiğiniz hediyenin arada kaynaması işten bile değildir. Eliniz boş gelmediğini belirtmek için türlü atraksiyonlara girersiniz tüm kişiliksizliğinizle:
-Necla abla şunu da masanın üzerine bırakıyorum, haberin olsun.
-Ay ne iyi ettiniz de geldiniz valla
-İyi oldu hakkaten, elimdekini diyorum, masanın üzerine bırakıyorum
-Ablan niye gelmedi aşkolsun.
-Mesaiye kaldı o, sen şunu al da buzluğa koy istersen, erimesin
-Ay ne gerek vardı (nihayet!!!!)
Durum bu, sevgili günlük. Böyle durumlarda yanımda getirdiğim şeyden tadamamanın derin üzüntüsünü yaşıyor, sonra annelerin saklama kabı tutkusu yüzünden defalarca hayalkırıklığına uğrayan evin en ergen delikanlısını düşünüp seviniyorum. Düşünsene lan günlük, şuursuzca buzluğa kaldırılan o dondurmanın gün gelip ‘yok yok, kesin içinde brokoli ya da haşlanmış karnıbahar vardır’ deyip vazgeçen sonra ‘dur lan gene de bir bakayım’ diye geri dönüp gerçek bir dondurmayla karşılaşan ergene kattığı mutluluğu.
Sonra yaşadığım korku ve endişe dolu dakikalar aklıma geliyor ve içimden ‘ergen de zıkkımın kökünü yesin’ diyerek bundan sonraki ev ziyaretlerimde yanımda ‘kimbilir bize hangi uzak akraba tarafından hediye edilmiş’ evde hazır paket halde bulunan borcam’lardan birini alıp gitmeye karar veriyorum. Evet en temizi borcam. Borcamı ne mi yapacaklar? Tabi ki onlar da misafirliğe gittikleri bir başka yere götürecekler hediye niyetine…

İlahiyatçılara sorulan sorulardaki inanılmaz değişim

Sevgili Günlük,

Ramazan başladığından beri aklıma takılan iki konu var. İlki, Beşinci Boyut dizisinde dudağının kenarına iliştirdiği yandan gülümsemeyle bugüne kadar insanlığa yüzlerce sosyal içerikli kişisel gelişim şeyi şey eden Salih karakterine ne olduğu, ikincisi de televizyondaki iftar ve sahur programlarına konuk olan ilahiyatçılara sorulan sorulardaki inanılmaz değişim.

‘Hocam bu soruyu hususi sormamı istediler. Ojeylen namaz kılınabilir mi hocam?’ tadında sorular hala mevcudiyetini koruyor lakin çok egzantrik sorular da gelmiyor değil zaman zaman asabileşebilen pek değerli ilahiyat profesörlerine. Buyurun örnek üzerinden gidelim:


-Hocam, erkekken kadın olmuş bir kişi, camide yanınızda namaz kılarken eli elinize değerse namaz bozulur mu? (Yalanım varsa kaynanam ölsün sevgili günlük)

Bana kalsa ilahiyatçı hoca, en derininden bir nefes alıp verip ‘erkekken cinsiyet değiştiren birinin camide namaz kılarken sizin yanınıza denk düşüp üstüne üstlük elinin de sizin elinize değme olasılığının milyonda kaç olduğunu biliyor musunuz?’ şeklinde soruya soruyla cevap verme eğilimine gitse gayet de karizmatik olurdu. Gel gör ki sorulara cevap verme konusunda otomatiğe bağlayan hocamız sanki her gün bu tip olaylarla karşılaşıyormuşçasına bir çırpıda birşeyler deyiverdi, şaşırdım kaldım Allah canımı almasın.

Bir diğer soruya bakalım şimdi de:
-Hocam, iyi geceler. Mekanınız cennet olsun hocam. Hocam ben gelinimin ziynet eşyalarını ödünç aldım. Zekatını benim mi vermem lazım yoksa gelinimin mi?
Hocadan ‘zekatı gelinin ödemesi lazım’ cevabını alan ablamız yüzünde beliren gülümsemeye engel olamamaktadır. Yüzde beliren tebessümün nedeni biraz ‘iyi bari zekattan yırttık’ düşüncesi ise biraz da ‘Ne orijinal soru sordum ama. Acayip havam oldu. Kıskanç Nezahat da izliyordur inşallah” hissiyatıdır.

Neyse saygıdeğer günlük. Gördüğünüz gibi sorular hiç de fena değil. Ramazan’a özel soruların ‘Hocam bayanların kaş alması günah mıdır’dan üstte örneğini verdiğim oldukça karmaşık yapılı, üniversite sınavında sorulsa doğru cevap veren öğrenciyi diğerlerinin 4-5 puan ilerisine taşıyacak nitelikte bir yapıya evrilmesinin altında ne olabilir sorusunun cevabı ise gizemini koruyor.

Bu tip sorulara bitmek bilmeyen bir sabırla cevap veren hocalarımızı her ne kadar takdir etsem de bu gibi durumlarda gözlerim Zekeriya hocayı aramıyor desem yalan olur. Zekeriya Beyaz böyle bir durumda nasıl cevap verirdi buyurun izleyelim:

-Hocam, oruçlu birinin küfür etmesi orucu bozar mı hocam?
-Bakın bunlar hurafedir, vesvesedir. Bunlara itibar etmeyiniz. Aklınızı peynir ekmekle mi yediniz?
-Hocam onu soracaktım ben de. Aklını peynir ekmekle yemek orucu bozar mı?
-Efendim bunlar Hıristiyanlık propagandası yapmaktadırlar, itibar etmeyiniz lütfen. Şimdi dağılın, sahurumu yapcam ben…

İstanbul'un kenar süsleri, başıma da konuyor aman martı kuşları

İstanbul’da yol kenarlarında ‘ilkokulda defterlerimizin sol tarafına işlediğimiz kenar süsü’ kıvamında yapılan süsleme çalışmalarını görünce yaptığı imar planlarıyla şehirde yeşil alan bırakmayan belediyeye olan kızgınlığımı bir an unutuyorum. Aslında özünde iyi bir belediye! O nasıl güzel süsler? Yaldızlı, kalpli filan. Bazılarında ortadan su da akıyor. Kuşlar, böcekler… Baktıkça insanın içi açılıyor hakikaten.

Metrobüste cool tavrını korumaya çalışmak

Sevgili Günlük,

Metrobüste insanlar yer kapabilmek için birbirini ezerken, ben cool tavrımdan ödün vermemek adına azami gayret gösteriyorum. Her sabah kapılar açılır açılmaz başlayan sandalye kapma oyununu ‘come on beybi, bunlar çok basit şeyler’ ifadesinin eşlik ettiği üstten bir bakışla izliyorum. Filhakika ben de yer kapmayı deliler gibi istiyor, yer bulamadığım zaman ise ayak serçe barnağımı sandalyeye çarpmışçasına acı çekiyor, lakin iç dünyamda esen bu fırtınayı dışarıya katiyyen yansıtmıyorum. Bu gibi durumlarda en büyük yardımcım, yüzüme yerleştirdiğim ‘Erol Evgin’ ifadesi oluyor. Zira bilenler bilir, o ifadenin karşılığı kâh ‘durun arkadaşlar üç günlük dünya için birbirimizi kırmaya değmez’ olurken kâh ‘hepimiz kardeşiz, lalalalala’ olur. İşte öyle bir şey…

İşte yine bir gün ben bu ifadeyle metrobüse binerken bu rahat tavrım bazı arkadaşları kızdırmış olacak ki, yavaşlığım yüzünden ayakta kalan iri kıyım yolculardan birinin ‘tuuu A
llah belanı versin’ bakışıyla karşılaştım. Sanırım onun da bu gibi durumlarda en büyük yardımcısı yüzüne yerleştirdiği ‘Kadir İnanır’ ifadesi oluyordu ki biri havaya kalkık iki kaşın eşlik ettiği en sert bakışlısından bir çift göz karşısında içimdeki Erol Evgin, ‘hepi topu 25 dakikalık bir yolculuk, ha oturmuşum ha oturmamışım, birbirimizi kırmaya değmez’ minvalinde bir şeyler geveledi. Karşılığında aldığım ‘evinin kadını çocuklarının anası olacaksın’ bakışına bir anlam veremesem de derhal yerimden kalkarak koltuğumu iri kıyım arkadaşa devrettim. Kadir abinin ‘ha şöyle, kalk bakalım’ bakışını üzerime hiç alınmayarak ‘rica ederim beyefendi lütfen buyurun siz oturun’ dedim zaten çoktan oturmuş olan iri kıyım arkadaşa. “Eeee zırvalamayı kes beaa’ bakışını da görmezden gelerek ‘evet gerçekten bu devirde kimse kimseye yer vermiyor, çok haklısınız beyefendiciğim’ dedim.

Sonra zırvalamayı kesip Erol Evgin ifadesini tekrar yüzüme yerleştirdim. Ve ‘oturmanın hiç önemi yokmuş’ gibi davranmaya devam ettim. Ta ki şöförün hemen arkasındaki koltuktaki hareketliliği fark edene kadar. En arkada olmama rağmen var gücümle önde boşalan koltuğa doğru koşup cam kenarındaki boş yere yerleştim. Telefonumun kulaklığını takıp bir yandan müzik dinlerken bir yandan da camdan dışarı uzak ufuklara doğru derin mi derin bir bakış atmaya başladım. Dışarıdan beni gören Erkan Oğur dinlediğime yemin bile edebilirdi. Halbuki radyoda Burhan Çaçan’dan ‘bir mumdur iki mumdur’ çalıyordu.

Sence ben kötü biri miyim?

Bir evladın feryadı

Babaların belli bir saatten sonra tam da ailenin biricik evlatları televizyon izlerken ya da kitap okurken laaps diye odaya gelip yoğurt, meyve ve ağız şapırdatan bilimum şeyleri yemesinin yurt genelinde yasaklanması konusunda yeni anayasa taslağına bir madde konulmasını teklif etmeyi düşünüyorum. Yataktan hayalet gibi kalkararak ‘sen hala uyumadın mı’ diyip robot gibi geri dönen anneleri de Umut Sarıkaya’ya havale ediyorum.

Bir kanal isterim, gök mavi dal yeşil olsun...

RTÜK Başkanı Davut Dursun’a göre Türkiye’de 500 küsür televizyon kanalı yayın yapıyor. Bu 500 kanalı toplasan bir kanal etmiyor o ayrı. Fakat misal şöyle bir yayın akışına sahip bir kanal olsa seyrederim ben kesinliklen. Her kanaldan izlenebilitesi yüksek programlardan oluşturulacak bir kanal olsa yemin ediyorum tadından yinmez. Buyrun hayrını görün: TRT’den Leyla ile Mecnun ve Ömür Dediğin, ATV’den Kenan Işık’la Kim Milyoner Olmak İster?, Blooomberg TV’den Kelime Oyunu, Star TV’den İşler Güçler, Habertürk’ten Anahaber Bülteni, NTV’den Yeşil Ekran, Kemal Sunal filmleri, arada bir de eski Yeşilçam salon filmleri, Kanal D’den Akasya Durağı ve STV’den Gereği Düşünüldü. Tamam son ikisi şakaydı fakat diğerlerinden oluşacak bir kanal hiç fena olmaz ne dersiniz? Ben buradan yetkililere seslenmek istiyorum. Canımdan çok sevdiğim yetkililer, izlenmeye değer bir şey bulmak uğruna zap yapmaktan ellerimizde derman, kumadamızda pil kalmadı. Kurtarın bizi bu dertten. Bir de Leyla ile Mecnun dizisinin yaz tatiline girmesini yasaklayabilir misiniz? Zor durumdayız çünkü.

Adres sorulduğunda ben de oraya gidiyorum zaten diyen Türk


Türk insanına özgü ‘bugün nedeni hala çözülememiş’ doğa üstü durumlardan biri. Şimdi çık dışarı, yoldan birini çevir ve “Hocam, Abuzittin caddesi ne tarafta” diye sor, cevabı ‘Ben de oraya gidiyorum zaten’ olmazsa gel beni bul. O kadar da kesin konuşuyorum. Neden mi? Arkadaş, Almanya’da bile bunlarla karşılaştım ben. Efendime söyleyim, bir gün Mönchengladbach’tan Gelsenkirschen’e gidiyorum. Şaka lan şaka Frankfurt’ta Höchst diye bir yere gidiyorum, hep o iki şehri bir cümle içinde kullanmak istemiştim, mazur gör sözlük. Neyse işte trenden indim hemen birini gözüme kestirip yaklaştım ve Hannover aksanlı Almancam ile “Gutın abend Herr Müller. Vi kan ih auf die schiller-wolfgang-konrad adaneur strasse gehen” dedim. “Ah zo, ben de oraya gidiyorum frolayn, buyrun beraber gidelim” demez mi. Abbooo, şaşırdım kaldım yemin ediyorum. Gene karşıma çıkmışlardı. Halbuki ben onlardan kaçmak için kalkıp Almanyalara gelmiştim. Çünkü onlar yüzünden yön duygum gelişmedi benim tamam mı? Kime bir adres sorsam, kime bir cami sorsam hep zaten oraya gidiyorlardı. Ve sağıma soluma dikkat etmeden hep onları takip ettim. Neticede sağını solunu bile karıştıran, yön duygusu sıfır bir insan olup çıktım. Halbuki ne hayallerle gelmiştim Almanya’ya. ‘Entşuldigen zi bitte, wie kann ih sum bahnhof gehen, wie kann ih sum zart zurt şıtrase gehen? diye sorular soracak, karşılığında alacağım “naah sıvay hundert meta bigın zi reht ab” cevabıyla kendimi yollara vurup kah kaybola kah düşe kalka yolumu bir şekilde bulacak ve memlekete ‘Camiyi arkana al, 200 metre kadar yürü, oradan sağa dönüp 100 metre kadar daha git. hiç bir yere sapmadan” filan şeklinde adres bilgisi veren yön duygusu kuvvetli bir insan olarak dönecektim. Gitmişken bir ev bir araba parası biriktirmeyi de düşündüm anlamsızca. Fakat hiçbiri olmadı. Olamadı. ‘Ben de oraya gidiyorum zaten” diyen Türk, orada da bulmuştu beni. Hayata dair bütün umutlarımı yitirip gerisin geri döndüm Türkiye’ye. Şimdilerde biri adres sorduğunda “dümdüz git biraz yürü orada bir eczane var oradan sağa, yok sağa değil, sola dön. En iyisi sen biraz ilerle orada kime sorsan gösterir” diye sallıyorum yön duygum olmadığını ele verrmemeye çalışarak..

Bu arada, evet Frankfurt’ta Höchst diye bir yer var.

Şifonyer yapıp usta olmaya karar vermek

Nasıl ki bir konsere gittiğinizde ‘ben de bir enstrüman çalaydım fena mı olurdu’ şeklinde düşüncelere dalıp hemen akabinde kendinizi ‘efendime söyleyim bir ney üflerken veyahut ateş başında bir grup gencoya gitarınızla ‘akdeniz akşamları’ çalarken hayal edersiniz ya, ben bu ergen hayallerini aştım arkadaş. Artık daha sağlam hayallerim var. Usta olmak istiyorum ben usta, tamam mı?

Herşey İkea’dan parça parça alınan odunların evde birleştirilip gerçek bir şifonyere dönüştürülmesine katkıda bulunmamla başladı. Bu arada bu bile şifonyerin tam olarak ne olduğunu öğrenmeme yetmedi o ayrı. Şifonyer de “baldız, elti ve görümce’ gibi öğrenilip öğrenilip unutulan kelimeler listemde sonsuza kadar kalacak, hissediyorum.

Her neyse şimdi ben bu şifonyer denen zımbırtıyı öyle parça parça görünce ‘yok daha neler, bunlar şimdi böyle hem de bizim elimizde vidayla, zartla, zurtla biraraya gelecek de içine donlarımız olsun pijamalarımız olsun çeşitli eşyalarımızı koyacağımız bir ev eşyasına dönüşecek, ölme eşeğim ölme’ der demez şifonyerin sahibi arkadaşımdan rahatlatan açıklama geldi: “Yok valla öyle zor görünüyor ama bir saat bilemedin 1.5 saat sonra tamamdır, hem de çok eğlenceli”. ‘Hem de çok eğlenceli’ kısmına biraz kuşkuyla yaklaşsam da paçalarımı ve de kollarımı sıvayarak işe giriştim. Bu arada evde ustalar da aynı dakikalarda boya, badana, tesisat gibi işlerle uğraşıyordu. Ben bir yandan arkadaşımın ‘şimdi bunun tepesinde üç delik olduğuna göre iç tarafta kalan kısım bu olmalı, tombul başlı vidalardan takmak lazım buna’ şeklindeki önermesine ‘Anladımm’ ‘evet’ ‘inşallah’ gibi sözlerle karşılık verip aslında bir halt anlamadığımın üstünü örtmeye çalışırken bir yandan da kaçamak bakışlarla ve evet itiraf ediyorum kıskançlıkla ustaları izliyordum.

Biz iki acemi, hepi topu bir şifonyer ile uğraşırken onlar nasıl bir el çabukluğu, nasıl bir huzur ve nasıl bir kendine güvenle evin içini ‘gerçek bir yuva’ya çeviriyordu. Bir sanatçı edasıyla boya badana yapıyor, derviş misali sabırla sıva yapıyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar ne de güzel söylemişti hem: “Kendi eliyle çalışmak ruhu tasfiye eder, insanı Allah’a yaklaştırır. Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın!” Artık emindim, bu dünyada usta olmak vardı.

Tüm bu duygularla kendimi işime vermişken bir baktım ki o odun parçaları baya baya bir ev eşyasına benzemeye başlamıştı bile. Terapide gibiydim. Bütün gün ‘o onu demiş, bu bunu demiş’ hiiç biri yok aklımda. Aklım fikrim ‘üstte üç delik varsa onun üzerine gelecek kalasın altında da üç delik olmalı, Du bakayım aha buldum galiba’ filan. Ve o an karar verdim: Şifonyeri monte etmekten aldığım huzuru hiçbirşeyden almadım arkadaş. Şifonyer yapmıyor adeta Bob Ross’la resim sevinci yaşıyordum. Sonra şifonyer monte etmekle gerçek bir usta olmanın arasındaki o müthiş bağlantıyı keşfettim. Evet ustalığa bir adım atmıştım sanki. Ve hemen havaya girmeye başlamıştım bile. Parçaların kalitesizliğinden bahsediyor. İkea’nın monte aşamasını açıklayan broşürüne bok atıyordum. ”İstersen yarına hemen hallederim, sorun değil ama iki haftada yanlardan esneme yaparsa karışmam” şeklinde kapris kokan cümleler kuruyordum. Bir ara evin sahibine ‘bana böyle kullanılmayan bir kap getir’ cümlesini bile kurdum anlamsızca.

Sadece ben mi? Şifonyerin ve doğal olarak evin de sahibi olan o narin kız gitmiş, yerine ağzının kenarına yerleştirdiği çivi ile ‘bana ordan iki tane daha kap getir, köşelerin sağlam olması lazım ki potluk yapmasın, bunu böyle kompile çivilemek lazım’ diyen, kıvrak bir hareketle cebinden o envai çeşit vidalardan en ‘daha önce hiç görmediğim’i sıkıştırmaya yarayan zımbırtıyı çıkarıveren’ bir usta gelmişti. Biliyordum o da benim ve birçokları gibi aslında usta olmak istiyordu. Peki neydi usta olmayı hepimizin hayallerine yerleştiren şey? Ben ne olduğunu buldum lan sözlük. Biraz o ‘dünya yansa umursamaz cool’ havalarıysa en çok da ustaya müthiş bir karizma katan ‘kulak arkasına konulan kontrol kalemi’ydi. Evet oydu. Bir de dinlenmek için verilen molalarda evin sahibi tarafından ikram edilen çay, kurabiye duruma göre lahmacun.

Ben yine bütün bu duygularla kendimi işime vermişken ‘ee yeter be saat 10 oldu, hastamız var bizim. Çok ses yapıyorsunuz’ diyerek alt kattaki ev sahibi geldi. Derdi, gürültü filan değildi. Basbayağı kıskanıyordu. Çünkü o da usta olmak istiyordu…

Devlet hastanesinde refakatçi olmak (2)

Çevrenizde olup bitenlere mizahi açıdan bakabiliteniz yüksekse, hastane koğuşları bolca malzeme barındırır, bolca boş vakti bulunan refakatçi için. Efendime söyleyim bu gözler guatr ameliyatından çıkan kadına ‘aslında senin konuşmaman gerek’ diyip akabinde kendisini soru yağmuruna tutan hasta yakınları mı görmedi, tek kelime etmeden koğuşa girerek yine tek kelime etmeden aynı kadına, diğer 5 hasta ve refakatçilerinin gözünün önünde tam beş tane nal kadar altın ‘bilerzik’ takan ve Ferhat Güzel’e aşırı derecede benzeyen ‘maço fakat duygusal’ bir eş mi görmedi.

Amaan neler görmedi dostlar neler?

Sivaslı Hatice teyzeye ‘senin neyin vardı teyze?’ diye soruyoruz. uzandığı yataktan doğrulup başındaki tülbentini bu zamana kadar belki de yüzlerce kez aynı işlemi yapmış olmanın sağladığı kıvrak bir hareketle düzeltip az biraz öne doğru eğilerek cevap veriyor. Baş parmağı ile işaret parmağını uç uca getirip daire şekli yaparak şu cümleyi kuruyor: “Dohtor bana dedi ki, “bah dedi bağursak normalde böyledir, seninki olmuş aha böyle” deyip ani bir hareketle işaret parmağını aşağı kaydırarak daireyi küçültüyor. Aklımızdan ‘bildiğin kabızlık işte canım” düşüncesi geçiyor. gülümsüyoruz. ‘Öğle ezanı okundu mu’ diye sorup tekrar uzanıyor. ‘Daha bir saatten fazla var’ dememize aldırmadan her 10 dakikada bir kalkıp ‘öğle ezanı okundu mu’ diye sormaya devam ediyor. Biz de “yok teyze daha var” diye cevap veriyoruz son 10 dakika kalana kadar. Allahtan ezan okunuyor. İkindi ezanının okunmasına yaklaşık bir saat kalasıya kadar biraz nefes alıyoruz.

Derken yüzlerindeki ciddiyetten ellerinde tuttukları kağıtlarda ‘dünyaya yaklaşmakta olan göktaşını etkisiz hale getirecek planın’ yazılı olduğunu düşündüğümüz iki sevimli (!) hemşire giriyor içeri. Tek tek hastalara ‘kaç kilosun?’ boyun kaç?’ ‘son zamanlarda kilo verdin mi?’ ‘en son ne zaman adet gördün?’ gibi sorular soruyor. Sıra bizim hatice teyzeye geliyor. Tabii ki ‘valla en son…, tam bilemem ama …., valla yalan olmasın’ diye başlayan ve gayet de net olmayan cevaplar geliyor.

-Teyze kaç kilosun?
-Valla en son 63 idim.
-Son zamanlarda kilo verdin mi, kaç kilo verdin?
-Kilo verdim. kesinkes verdim fakat kaç kilo verdim bilemem.
O sırada ellerindeki hesap makineleriyle tahminen kilo boy hesabı yapmakta olan ve kesinlikle hatice teyzeyi dinlemeyen hemşirelerin buz gibi bakışlarına aldırmaksızın teyzemiz konuşmaya devam eder:
-Ben geçen ay imreye (umre) gittim. Orda mutlaka kilo vermişimdir. Hava çok sıcak sabahtan akşama kadar da dışarıda idim kesin kilo verdim de kaç kilo verdim bilemem.
-Boyun?
-Boyumu bilmem yavrım.
Hemşireler tahminen belirledikleri boy ile kilo arasında hesap yapmaktadır. O sırada Hatice teyze bombayı patlatır:
-Kaç kilo verdiğim belli mi orada?
-Kaç kere hamile kaldın?
Teyzemiz saymaya başlar. 6,8,10,12… neyse ki 16’da durur. 6’sı yaşıyordur. Diğerleri doğduktan sonra çeşitli sebeplerle ölmüştür.

Hemşireler gittikten sonra hatice teyzeye ‘yav senin ömrün hamilelikle geçmiş’ diye sesleniriz. “Gençliğim çocuk doğurmakla geçti yavrum” şeklinde hüzünlü bir cevap gelir.  Finali ise ‘eşin yaşıyor mu’ sorusuna elini havaya doğru sallayıp yüzünü de ekşiterek ‘yaşşıyor’ diye cevap vererek yapar.

Hastaneden insan manzaralarından bahsedilir de hasta bakıcılardan söz etmemek olur mu? Hasta bakıcılar kelimenin tam manasıyla hastanenin kralıdırlar. 6 kişilik tıklım tıkış odaya ameliyat bekleyen yedinci hasta gönderileceğini öğrenen refakatçilerin aklından aynı şey geçmektedir: “hass…..” Fakat denilen olur ve yedinci hasta için sandalye arayışına girilir. Bulunmayınca refakatçilerin sahip olduğu yegane şeye göze dikilir. Sandalyesini vermek istemeyen hasta yakını ‘kalk kalk kalk benimle pazarlık mı yapıyorsun” diyerek azarlanır. dır dır dır…Ameliyat için aç kalmak suretiyle üç dört gün sıra bekleyen hastalar, ameliyata 3 dakika kala ‘çabuk çabuk çabuk ameliyata giriyorsun’ diye acele ettirilir. Bakkala gönderir gibi ameliyata gönderilir hastalar, tuvalete bile gitmesine izin verilmeden.
Fakat sorun değildir. Hasta katiyyen ameliyattan korkmamaktadır. Bir an önce operasyon geçirip eve dönmek istemektedir. “Ameliyattan korkmam devlet hastanesinde bir gün bile fazla kalmaktan korktuğum kadar” diyerek kullanılmaktan rengi soldukça solmuş bir battaniye ile üstü örtülerek ameliyathanenin yolunu tutar. Refakatçi ise yüzünde oluşan gülümsemeye engel olamamaktadır…

Devlet hastanesinde refakatçi olmak (1)

Bir çok şey demektir ama en çok da plastik sandalye üzerinde geçirilen uzun saatler demektir. Yer, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin dördüncü cerrahi bölümü. Altı hasta artı altı refakatçiden toplam oniki kişinin aynı anda nefes alıp verdiği, aynı boş bakışlarla birbirini süzdüğü kadınlar koğuşu, görüp görebileceğiniz, kalıp kalabileceğiniz en berbat koşulların hüküm sürdüğü hastane ortamıdır. Burada ameliyata girmek, mahkemeye çıkmak; taburcu olmak ise tahliye olmak demektir. Normal şartlarda ameliyat olmaktan biraz olsun çekinmez mi insan? Burada hastalar ameliyat olmak için can atarlar. Zira ameliyat demek biraz ağrılardan kurtulmak demekse biraz da koğuş ortamından kurtulmak demektir. Refakatçiler de bir an önce iyileşip çıkması için yakınlarının gözünün içine bakarlar. tahliye pardon taburcu olanlara kıskançlıkla, yeni gelenlere ‘Allah kurtarsın kardeş’ dercesine bakılır.

Şayet durumu çok ciddi değilse hastalardan bile zordur refakatçilerin durumu. Devlet hastanesinde refakatçi iseniz, “sizin hastanızın nesi vardı?”, “teyze ameliyat oldu mu?”, “teyzenin kızı mısınız, çok benziyorsunuz” şeklinde bıkıp usanmadan sorulan aynı sorulara cevap verir, doktorlardan, hemşirelere, stajyerlerden, hastabakıcılara tüm sağlık personelinin azarlamalarına maruz kalırsınız. 16-17 yaşındaki ergen stajyerlerin dahi yetmiş küsür yaşındaki teyzelere ve amcalara ‘senin dosyan nerde bakıyım?’ ‘miden ağrıyor mu hala?’, ‘kalk da serumunu takıyım’ şeklindeki senli benli muhatap olmalarına şahit olur bir süre sonra şaşırmaktan da vazgeçersiniz. Buradaki herkes o kadar meşguldür ki kibarlığa harcayacakları zamanları asla ve asla yoktur. Hemşirelere biraz korku, az buçuk mahcubiyet en çok da neden bilinmez ‘suçluluk duygusu’nun eşlik ettiği ve kesinlikle size ait olmayan bir ses tonuyla ‘pardon hemşire hanım benim hastamın serumu bitti de” şeklinde yönelttiğiniz soru-rica karışımı ifade buz gibi bir ‘bekle biraz’ cevabıyla karşılık bulur. Tırıs tırıs plastik sandalyenize geri döner, hemşirenin en ufak bir göz teması kurmadan gelip hastanızın serumunu takacağı anı beklersiniz.

Refakatçi olmayı katlanılır kılan yegane şey ise diğer refakatçilerin varlığıdır. Uykusuzluk, yorgunluk ve -yine nedendir bilinmez- suçluluk duygusunun eşlik ettiği benzer yüz ifadesine sahip refakatçiler topluluk psikolojisinden olsa gerek bir iki münferit vaka dışında adeta bir dayanışma içine girer. ‘Sizin hastanın nesi var’ şeklindeki muhabbete giriş cümlesi, ilerleyen saatlerde yerini ‘seninki birşey mi bizim onuncu gün oldu’, ‘sizin ameliyat açık mı olacak, kapalı mı?’ ‘başka kızı yok mu teyzenin?’ ‘şu karşıdaki teyzenin yanındaki kim? gelini miymiş? bak ne iyi gelinler var?’ şeklinde ifadelerin bolca geçtiği diyaloglara bırakır. Daha ilerleyen vakitlerde ise muhabbete çay-sigara molalarında devam edilir. Daha da ilerleyen vakitlerde sonrasında hiç görüşmeyeceklerini bile bile birbirinden telefon numaraları alınır, ‘ay mutlaka ara bak allasen’ sözleri eşliğinde. Ameliyattan çıkan teyzeler yüzlerine biraz kan gelir gelmez bekar oğullarına kız beğenir, asli görevlerini hatırlayarak. Zira bilenler bilir bekar oğlu olan teyzelerin birinci vazifesi kendilerine münasip bir gelin bulana kadar ilelebet mücadele ve mücahede etmektir.

Gecenin ilerleyen vakitlerinde refakatçi için en zor zamanlar başlar. Söndürülen ışıklar, gündüzki keşmekeşin yerini bıraktığı sessizlik, koğuşlardan arada sırada yükselen inlemeler, uyku zamanının gelip çattığını haber verir refakatçiye. Lakin uyumak için sahip olduğun tek şey normal zamanlarda yarım saat bile kesintisiz oturmayı tercih etmeyeceğin plastik sandalyedir. Önce ayağını hasta yatağının kenarına dayayıp uyumaya çalışırsın, ilerleyen saatlerde ise başını. Hasta yatağının kenarına gece boyunca önce ayaklar sonra baş, sonra yine ayaklar daha sonra tekrar baş dayanır dayanmasına da uyku denilen meret inat eder girmez bedene. Ayak-baş değiş tokuşunun ardından vücut iyice yorgun düşer ve tam uykuya dalacakken hemşire gelir serum değiştirmeye. Hemşirenin gidişi ile ayak-baş talimi yeniden başlar. Ve yine tam uykuya dalmışken bu kez temizlik görevlileri dalar içeri kovaları ve fırçalarıyla. Pes edersin. Ne hasta bekler sabahı. Ne taze ölüyü mezar! Ne de şeytan bir günahı. Benim nöbeti devralacak yakınımı beklediğim kadar!  dizeleri dökülür dudaklarından…